Biyolojik silahlar midemizde

0
881

Kur’an’ın hükümleri ve mânâsı konusunda uzman fıkıh ve tefsir alimlerinin GDO tartışmalarında sesi çıkmayınca meydan ehil olmayan kişilere kaldı. Örneğin İstanbul Ticaret Odası’nın 3 Şubat 2010’da düzenlediği GDO seminerinde biyoteknoloji uzmanı Prof. Selim Çetiner ve Başbakan Başmüşaviri Dr. Yıldırım M. Ramazanoğlu Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri kendilerine göre yorumlayarak GDO’nun dini açıdan sakıncasız olduğunu iddia ettiler. Bunun ardından, dinimiz konusunda cahil olmayı seçen ve bir ayetten mana çıkartacak kıvama gelebilmek için 15 farklı bilim dalında uzman olmak gerektiğini bilmeyen entelektüellerimiz bu iddiayı doğru kabul ederek “Her İşe Dini Karıştırmasak Çok İyi Olacak ” ve “Fetva Verildi, GDO’lu Ürünleri Yiyebilirsiniz ” başlıklı yazılar yazdılar. Dini açıdan GDO’yu nasıl değerlendirebiliriz?

Nisa Suresi 118. ayette şöyle buyruluyor: Allah o şeytana lânet etti ve o da, “Andolsun ki senin kullarından elbette belirli bir pay alacağım” dedi.“Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir hüsrana düşmüştür.

İTO’nun zikrettiğiniz GDO yanlısı panelini baştan sona takip etme ve kaydetme imkânım oldu. Konuşulanları biliyorum. Bu konuda çıkan haber ve yorumların önemli bir kısmını da takip etme imkânım oldu. Bahse konu ‘Deccal Tabakta’ isimli kitabımızda da konuya bir miktar değindim. Selim Çetiner’in GDO konusunda söyleyeceği bilgilerin bizim açımızdan hiçbir kıymeti harbiyesi yok.

Kendisi GDO yandaşı ve karşıtları küçümsüyor. Başbakanlık adına konuşan Başbakan Başdanışmanının konuşmaları ise adeta şok ediciydi. GDO’nun fıtratı bozması nedeniyle Müslüman çevrelerin GDO’ya karşı çıkmak için Kur’an-ı Kerim ayetlerinden örnekler vermeleri sıkça yaşadığımız bir durumken Kur’an-ı Kerim ayetlerinin GDO taraftarlığına alet edilmesine ilk kez rastladık. Bu tahrip ve tahribe, yani fıtratın bozulmasına siyasi çevrelerin ayetle karşılık üretmeleri yakışıksız olmakla birlikte Milliyet Gazetesi’nde çıkan eleştirileri hak edecek türdendi de.

Kur’an’ın GDO’yu desteklediğini söylemek şayet saflık değilse iyi niyetle bağdaşmaz. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslam Konferansı Teşkilatı’nın GDO konusunda ‘haram’ yahut olumsuz düşünceleri ortadayken başbakanı temsil eden birinin böyle bir konuşma yapması ciddi soru işaretleri doğurur.

Ekini, nesli mahvediyor ama gene de din adamlarımızın sesi çıkmıyor; çok ilginç. GİMDES, GDO’lu ürünlere helal sertifikası vermeyeceğini, bu gıdaların haram olduğunu açıkladı, değil mi?

Zikre konu dernek bu konuda ne dedi bilmiyorum. Fakat bildiğim GDO’lu olduğunu bildiğimiz endüstriyel tavuğa ‘helal sertifika’ vermeleridir. Şahsen ben helâl sertifikası taşısalar da bu tavukları yemiyorum ve yemem. Kitapta nedenlerini de izah etmeye gayret ettik. Ekinin tahribi konusundaki sorun birçok çevrenin Kur’an-ı Kerim’i sözlük yardımı ile çözülen bir mesai metnine indirgemiş olmasıdır. Orada geçen kelimenin terkibi, gramer yapısı, ıstılah manası, etimolojik, linguistik durumu gibi birçok neden ile Kur’an-ı Kerim’in kıyamete dek sürecek olan kalıcılığı ve evrenselliğine göre anlamlandırılması gerekirken Elmalılı merhumun mealinin başına gelenlerin bile durum hakkında yeterli bilgi verdiğini düşünüyorum.

Kitabınızda şunu söylüyorsunuz: Hastalık yapan tohumu üreten şirketle, hastalanınca içilen ilacı üreten şirket aynı. Dahası, GDO ve hibrit tohumun her türlü kimyasal tarım ilacını üreten şirket de aynı. Bu bir komplo mu?

Kimileri bu tür bilgilendirmeleri ‘komplo teorisi’ olarak yaftalarlar. Bu gerçeği görememenin, görmek istememenin göstergesidir. Olup biten komplo teorisi değil insanlığa yapılan komplodur. Belirttiğiniz gibi petrolü kontrol eden de, tohumun genetiğini değiştirip mülkiyetine geçiren de, tarım kimyasallarını üreten de, hastalık üretip hastalık satan da, ürettiği yapay hastalıklara aşı ve ilaç üreten de, finansı kontrol eden de, tarım makinelerini üreten de aynı şirket/ler. Şirket tarımı ya da endüstriyel tarım tümüyle bir planın ürünüdür. Bu plan insanlığın çıkarına değil küresel şirketlerin çıkarına bir durum.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın isminden “köyişlerini”ni çıkartmak istiyorlar. Hibrit tohum ve GDO çiftçimiz için ne anlama geliyor? Yerli tohum türlerimiz ve yerli hayvan ırklarımızdan sonra köylülerimiz de kıyıma mı uğratılmak isteniyor?

Çok haklısınız. Adeta bakanlık köyden utanıyor ve köyişlerini kullanmıyor. Zaten köy ve köylü kimsenin umurunda değil. Terk edilmişlik ve çaresizlik bir kader gibi sunuluyor. Hâlbuki gerçek hayat köyde. Son 50 yılda tüm köyleri boşaltıp şehrin varoşlarına taşıdılar. Köyde bağda bahçede çalışan insan şehirde ne olsa yaparım diye işe çıktı. Yapacak bir şey bulamayınca ne olsa yerim demeye başladı. Ne köye dönecek yüzü ve gücü var ne de şehirde kahvehaneye gitmekten başka yapacak bir işi. Mesela Doğu ve Güneydoğu hayvancılıkla geçinirdi. Politikasızlık ya da dayatılan çıkarcı politikalar veya başkaca sorunlar nedeniyle köylüyü şehre taşıdıkları için süt ve besi hayvancılığı ciddi kriz yaşıyor. Son et fiyatı sorunu da büyük oranda bu nedenledir.

Bizi Anadolu’nun binlerce yıllık hazinesi, yerli tohumlarımız, yerli hayvan ırklarımız kurtaracak diyorsunuz. Bu konuda neler yapabiliriz?

Yapacak çok şeyimiz var. Ekemiyorsak bile özellikle dağ köylerinde hâlâ bulabileceğimiz tabiî tohum türleri var. Bunları alıp keten bezlerde ve uygun ortamlarda saklayabiliriz. Ama doğru olan saklamak değil. Bağınız bahçeniz yoksa bile balkonunuzda çatınızda terasınızda bunları çoğaltabilirsiniz. Süs bitkisi ekeceğinize birkaç domates, biber, fasulye yetiştirebilirsiniz. Bu kadarcık bile tavırdır. Bu kadarcıkla bile mesaj verebiliriz.

Kuş gribi, domuz gribi, öldürücü kene biyoteknoloji ürünü biyolojik silahlar diyorsunuz. Eskiden keneler böyle değildi; başka bir canlı türü haline geldiler. Aslında, görünüşte keneye benzeyen ama dünyada daha önce görülmemiş yeni bir canlı ile karşı karşıyayız ve bu yeni şeye kene demek de doğru olmasa gerek?

Bir yanılsama var. Kene sandığınız kene değil. Karpuz sandığınız karpuz değil. Hastalıklar hastalık değil. Yani gıda niyetine tükettiğiniz şeyler karnınızı doyuruyor ama gerçekte gıda değiller. Geçtiğimiz yıl Gazze’nin üstüne yağdırılan misket bombaları ve biyolojik silah her gün yediğimiz gıdalarla midemize dolduruluyor. Damarlarımızda dolaşıyor.

İsrail bizimle arıcılık konusunda ortaklık yapmak istiyor. Daha önce de Güneydoğu’daki mayınlı arazilerimizi ekip biçmek istemişlerdi. MOSSAD ajanlarının Karadeniz yaylalarında sırt çantalı turist kılığında bitki ve hayvan korsanlığı yaptıklarına dair haberler okuduk. Nedir bu İsraillilerin Anadolu toprağına, bitkisine, arısına sevdası?

Bir İsrailli bir yere gidiyorsa mutlaka ajanlık yapıyordur. Bu hem inançlarının gereğidir hem de bunu bir vatandaşlık ödevi olarak görür. Karadeniz’in köylerinde ve dağında dolaşan bir İsrailli ya başka bir amaçla oradadır ya da genetik ava çıkmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Akdeniz Üniversite ile yaptıkları işbirliğinde hibrit ve GDO’lu olmayan tabiî tohum getiren öğrencilere notebook verme kampanyası başlatmaları da bunun en büyük delili sayılabilir. Amaçları hâlâ bozulmamış bir tohum varsa onu ele geçirmek, değiştirmek ve mülkiyetlerine geçirmek. Ya da adına “işbirliği” veya “destek” gibi kılıflar koyarak onun o bölgede yetişmesini engelleyecek projeler geliştirmek. Buradaki sorun İsraillilerde değil buna izin veren Türkiye’dedir. Bir Türkiyeli, İsrail’de elini kolunu sallayarak dere tepe dolaşabilir mi? Bu kişi Türkiye vatandaşı bir Yahudi olsa bile mümkün değil. Ama bir İsrailli bu ülkede her delikte elini kolunu sallayarak dolaşır, istediğini yapar.

Bazı insanların istediklerini yapmaları dediniz… Arılar da keneler gibi genetik müdahaleye maruz kalırsa diye düşününce insanın tüyleri ürperiyor. Nahl Suresi 68. ayette şöyle buyruluyor: Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin.” En-Nahl Arapça’da bal arısı demek, yani bal arısı, adına sure inecek kadar değerli bir canlı… Arılar mucizevi bir biçimde bütün yabani bitkilerimizin polenleyicisi olma görevini sürdürüyor ve en şifalı gıdamızı da mucizevi bir biçimde üretiyorlar. Arılarımızla ilgili nasıl bir planları olabilir? Görünüşte arıya benzeyen ama polenleme görevini yerine getiremeyen, şifalı bal yapamayan yeni yaratıklar oluşturmayı mı planlıyorlar? Bunun etkisi ne olur?

Yaşamımızdan arıları çektiğimiz zaman, bitkisel dölleme sona erer. Dölleme sona ererse yaşam sona erer. Zaten arzulanan da bu. Balın şifalı olması onları rahatsız eden bir durum. Şifalı ne varsa yok edilmeli ki şifayı her biri zehir olan ilaçlarda arayalım. Bal gibi bir nimet onlar açısından böcek kadar değer ifade etmeyen insanların hak ettiği şeylerden değil. Bu planların sahipleri kendi korunaklı alanlarında kendilerine yetecek kadar bal ve tabiî gıdaları üretip tüketiyorlar. Bu güçler iyiyle, tabiîyle, fıtratla savaşmak ve bunları yok etmek istiyorlar. Bu açık bir Rab’lik iddiasıdır. Bu güçlerin açık ve gizli inançlarına göre kendileri dışındaki tüm insanlar onlar için hizmete memur edilmiş kölelerdir. İyi sadece onların hakkıdır. Diğerleri ise köleleştirilmesi ve onlara hizmet etmesi gereken insanlardır. Bunlara komplo diyenler bu gerçekleri aslında bilen insanlar. Ancak ya fotoğrafı bir araya getiremiyorlar ya da getirdikleri zaman kurulu düzenleri gerçeği görmelerine engel oluyor.

Ankara’da bir tohum gen bankası kuruldu. Prof. Dr. Tayfun Özkaya genetik kaynaklarımızın yağmaya açılması şeklinde yorumlamıştı. Bu banka aslında ne anlama geliyor?

Bu bir trajedidir. Tohumun yeri tohum bankası değil topraktır. Bir taraftan hibrit tohumu destekleyeceksiniz, diğer taraftan GDO’yu yasal zemine taşıyacaksınız. İyi GDO kötü GDO diye bir yanılsamayla meşruiyet kazandıracaksınız, sonra da tohumu bankalarda saklayacaksınız. Hasta can çekişirken ilacı hastaya vermek yerine ecza dolabından saklamakla tohumu bankalarda saklamak arasında hiçbir fark yok. Bu banka üzüntü verici. D8 ülkelerine ait olan bu deponun finansmanının Batılı örgütlerce karşılanması ve GDO’cuların memnuniyetle desteklemiş olmaları bile manidar değil mi?

Bu şeytani tohumlardan, şeytani planlardan kaçmanın yolu nedir? Kitabınızda “Organik tarım gerçekten organik mi?” diye soruyorsunuz. Gözü kapalı, gönül rahatlığıyla yiyebileceğimiz ürünler olduklarını zannediyorduk biz.

Öncelikle kurtulmayı istemek gerekiyor. Sonra tüketime arz edilen ürünleri tüketmekten vazgeçerek tabiî ürünleri talep etmeliyiz. Özellikle organik ve doğal ürünler demiyorum. Tabiî ürünlerle organik ürünler aynı şeyler değildir. Organik denilen ürünlerin tohumları hibrit olabildiği gibi kimyasalları da barındırabilir. Tabiî tohumlar ise ekim ve sulamanın ötesinde hiçbir insani müdahale içermeyen ürünlerdir. Bunları elde edebilmek için toplumsal talep geliştirmek; bunun için de örgütlenmek ve bireysel mücadele başlatmak gerekiyor. Bu mücadeleyi başlatanların söylem ve eylemlerinin de örtüşmesi şart.

Son 10 yıldır “makineden çıkmışçasına aynı” kayısı, elma, kiraz görüyoruz her yerde. Meyve ağaçlarımıza ne oldu da böyle tornadan çıkmış gibi birbirlerine benzemeye başladılar, kokuları gitti, tatları gitti?

İşte bu masum gösterilen hibrit tohumların ve tarım kimyasallarının sonucudur. Böyle olması arzulanıyordu ve oldu. Endüstriyel üretimde ürün tabiatın ve fıtratın öngördüğü zamanda olgunlaşmamalı. O üreticinin belirlediği günde olgunlaşmalı, onun öngördüğü büyüklükte olmalı ki zahmetsizce ambalajlayabilsinler. Amaç nitelik değil nicelik. Bir üretici için bir tarım ürününün bir plastik eşya üretmekten öte bir anlamı yok.

Hem kendimizi, hem toprağımızı GDO’dan koruyalım. Bir de işin gen kaynaklarımızı koruma kısmı var. Ülkemiz birçok canlının gen kaynağı durumunda. Biyolojik korsanların bu hazineyi elimizden gasp etmelerini ve patentleyerek mülk edinmelerini önlemek için neler yapmalıyız?

Türkiye’nin meseleyi bir milli güvenlik ve gelecek sorunu olarak görmesi gerekiyor. Tohum kanunları ortadan kaldırılmalıdır. Şirketlerin tohumları tescil etmesine engel olunmalı. Tohumda bir mülkiyet söz konusu olacak ise bu devletin kendisi olmalıdır. Bunu yapabilmek için Türkiye Dünya Ticaret Örgütü ile imzaladığı tüm sözleşme ve protokolleri gözden geçirmek zorundadır.

Biyolojik kaynak haritası çıkarılmalıdır. Bazı ürünler ticari olmadığı gerekçesi ile ekilmiyorsa daha fazla destek sunulmalı ya da devletin kendisi ekmelidir. Çiftçilerin ve köylülerin tohuma kolay erişmesi için devletin kendisi tabiî tohum üretim çiftlikleri kurmalı ve bunları ya maliyetine ya da destek amaçlı olarak ekim karşılığında çiftçiye hibe etmelidir. Gen kaynakları bankalarda tohum saklayarak değil, tohumu toprakla buluşturup yeşerterek geliştirilir.

Hibritin yanında hangi oranda ve hangi şekilde GDO içerirse içersin GDO içeren tohum, mamul ve katkı maddesinin ülkeye girişine, ekilmesine, tüketilmesine ve ihracatına izin verilmemelidir. Bunun için ağır cezai müeyyideler koyulmalıdır. Bunu devlet yapmazsa Müslümanlar bence zekâtlarını bu alanda kullanarak fıtratın korunmasını sağlayabilirler. Bunun için örgütler kurabilirler. Tohumları geliştirip ekmeleri kaydıyla ücretsiz ya da sembolik bedellerle köylüye, çiftçiye verebilirler. İnsanlığa yapılabilecek daha büyük bir iyilik bilmiyorum.

Evren bize çocuklarımıza ve torunlarımıza sapasağlam teslim edilmek üzere emanet edildi. Bir Müslüman ve bir insan emin olmak zorunda. Peygamberin s.a.v. herkesçe kabul edilen en önemli özelliği ‘emin’ olma sıfatıdır. Peygambere tâbi olmak onun gibi olmakla mümkün olur. O halde emanete sahip çıkmak her Müslüman için kanaatimce farzdır. Farzın gereğini yapmayan hesabını nasıl vereceğini düşünmek zorundadır. Gelecek nesillerin haklarını tüketmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi buna izin vermeye de bizim hakkımız yok.

Meclis GDO’yu oylayacak ama bu konuda ne kadar bilgi sahibi oldukları şüpheli. Ne yapabiliriz GDO’dan korunmak isteyen insanlar olarak?

Çok şey yapabiliriz. İktidar ve muhalefet milletvekillerine bu yasaya oy vermemeleri için hergün e-posta gönderebilir, cep telefonlarına mesaj gönderebilir, ziyaret ederek veya telefonla arayarak oy vermemelerini sağlayabiliriz. Siyasi partilere ve siyasi iktidara çağrı yaparak, mektup yazarak tepki gösterebiliriz. Bu alanda çalışan derneklere üye olabilir, onlara katkı sunabiliriz. Kısaca yapacak çok şeyimiz var. Hâlâ fırsat kaçmış değil.

Çok teşekkür ediyoruz…

Ben de ilginize çok teşekkür ederim.

www.iyilikguzellik.com

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz