İlaç şirketleri durmadan yeni hastalıklar yaratıyor

0
958

Hastalık ticaretinde 5 kural

Avustralyalı eleştirmen Ray Moynihan ve iki doktorun değerlendirmesine göre hastalık ticaretinde başlıca beş kural geçerli:

  1. Yaşamın doğal süreçleri tıbbi sorun olarak satılmakta. Mesela Merck&Co firması saç dökülmesine karşı bir ilaç keşfettiğinde, evrensel basın ajansı Edelman bir kampanya başlatarak gazetecilere araştırma sonuçlarını dağıttı: “Erkeklerin üçte biri saçlarının dökülmesinden şikayetçi. Ayrıca son araştırmalar saç dökülmesinin paniğe ve duygusal bozukluklara yol açtığını ve saçları dökülen kişilerin iş bulmakta zorlandıklarını göstermiştir.” Gazetecilere ulaşmayan bilgi ise araştırmanın Merck&Co tarafından finanse edildiği ve açıklamada bulunan doktorların da Edelman tarafından seçildiği idi.
  2. Ender görülen semptomlar, yaygınlaşan hastalıklar olarak tanıtılmakta. İktidar hapı Viagra’nın piyasaya sürülmesinden sonra nedense iktidarsızlık sorununda önemli bir artış yaşandı. Pfizer’e göre ereksiyon bozukluğu günden güne artış gösteren ciddi bir hastalık. Yaşları 40 ila 70 arasında değişen erkeklerin %50’sinde ereksiyon bozukluğu yaşanmakta. Fakat dünyanın önde gelen ereksiyon uzmanı Harmut Porst, bu verinin kesinlikle abartılı olduğunu söylüyor.
  3. Kişisel ve sosyal problemler, tıbbi sorunlara dönüştürülmekte. Sağlıklı insanların hastalara dönüştürme çabası en çok da nörolojide hedefine ulaşıyor. Ruhsal bozuklukların ne kadar hızlı geliştiğini Amerika’daki Veteran’s Administration araştırması gösterdi: İkinci dünya savaşından sonra sadece 26 tane ruhsal bozukluk türü bulunurken, Amerikan psikiyatr birliğinin son verilerine (“Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders”/DSM-IV) göre bugün 395 farklı nörolojik hastalık söz konusu.
  4. Riskler, örneğin kolesterol ve kemik yoğunluğuyla ilgili değerlerin düşürülmesiyle hastalığa dönüştürülmekte. Dahası insan genomunun çözülmesinden sonra risk faktörlerinin daha da artması beklenebilir. Neredeyse her hafta, yaşlılıkta, çeşitli hastalıkları doğurabilecek yeni bir “hastalık geni” keşfedilmekte.
  5. Hafif sendromlar önemli “hastalık belirtileri olarak sunulmakta. Ağrıya, ishale veya karnın şişmesine neden olan İrritabl Bağırsak Sendromu/ İBS (spastik kolon sendromu) şimdiye dek psikosomatik hastalık olarak kabul ediliyordu. Ancak yeni ilaçların ortaya çıkmasıyla ilaç endüstrisinin ilgisi de arttı. “British Medical Journal” dergisi geçtiğimiz yıl Viva Communications basın kuruluşunun gizli bir strateji önerisiyle ilgili bir yazı yayımladı. Birden üç yıla çıkartılan bir eğitim programıyla İBS ciddi bir hastalığa dönüştürülecekti. Vivo Communications kuşkuya yer vermemek için tıp dergilerinden makaleler ve röportajlara yer verdi. Sonuçta doktorlar kadar hastalar da İBS’nin ciddi bir hastalık olduğuna ikna olmalıydı. Eczacılar, hemşireler ve hastalar reklam malzemesi olarak kullanılmalıydı ve bir “Hasta Destek Programı” da üretici firmaların tüketiciler üzerinde güven kazanmasını garantileyecekti.

En önemli rol psikiyatristlerde!

Yeni hastalıkların keşfedilmesinde en önemli rolü üstlenenler psikiyatristlerdir. Günden güne ortaya atılan “saçmalıklar” yalnızca nörologları ve psikoterapistleri değil, ilaç firmalarını da zengin edecek türden. Endüstri daha çok geniş kitleye hitap edecek hafif ruhsal bozuklukların tanıtımıyla ilgileniyor. Böylece inatçı çocuklara örneğin “Oppositional Defiant Desorder” bozukluğu yakıştırılmakta.

Regl öncesi dönem de psıkiyatristler ruhsal bozukluklar listesinin başında yer alıyor ve Eli Lilly firması bu amaçta eski bir ilacı “yeniledi”. Prozac’ın patent süresi dolunca firma aynı maddeyi Sarafem adıyla regl öncesi sendromuna yönelik olarak pazara sundu. Oysa İngiliz psikiyatr David Healy’ın de dediği gibi, “yeni ruh hastalıkları” yaşamın doğal değişimlerinden başka bir şey değil. Ama ne var ki çekingenlik “asosyal kişilik” olarak kabul edilirken doğal üzüntü de psikiyatrda “uyum bozukluğu” olarak anılmaya başlandı.

Sözde ruhsal bozukluklar için ilaç endüstrisi zengin bir ilaç seçeneği sunuyor. En başta Prozac olmak üzere serotonin seviyesini yükselten ilaçlar iç sıkıntısı, üzüntü ve korkuya karşı kullanılan moda ilaçlar haline geldi. Prozac hapları beyindeki serotonin seviyesini yükselterek hastanın kendisini daha iyi hissetmesini sağlıyor.

Bir yılda 27 farklı ilaç

Aslında ağır depresyonlar için üretilmiş olan serotonin hapları şimdi, korku bozukluğu, panik bozukluğu veya akut stres bozukluğu gibi daha önce hiç duyulmamış hastalıklar için önerilmekte.

Serotonin hapları ve diğer bazı ilaçların davranışlar üzerinde etkili olduğunun bilinmesinden bu yana özellikle de “korku”, ilaç üreticilerinin iştahını kabarttı. Ve böylece sadece 2002 yılının başında 27 farklı madde keşfedildi. Özellikle de kabul görmüş hastalıklarla ilişkili sendromlar daha çok tercih edilmekte. Mesela yeni keşfedilen bir depresyon türü olan “Distimi”, yorgunluk, ruhsal çöküntü ve kişinin kendisine güvensizlik duyması gibi belirtiler göstermekte.

İlaç endüstrisine kalırsa yalnızca ruhumuz değil bedenimiz de hasta. Mesela Almanya’da birkaç yıl önce normal kolesterol değeri düşürülünce “normal” kolesterol seviyeli insanlar “anormal” kolesterol seviyeli insanların yanında azınlıkta kaldı. Böylece yaşları 30-39 arasında değişen Alman erkeklerin %68’i, kadınların ise %56’sı yüksek kolesterol seviyesine sahip oldu. 50-59 yaş grubundaki erkeklerde ise bu oran %84’e, kadınlarda ise %93’e fırlamış durumda.

Kolesterol ticareti

Kolesterol araştırmaları sayesinde doktorlar ve ilaç firmaları inanılmaz kazançlar elde ediyor. Kardiyologlar, Unilever firması (Becel margarinin üreticisi), Pfizer ilaç firması ve Roche Diagnostic kuruluşu düzenli olarak sağlık broşürleri hazırlıyorlar. Eczanelere dağıtılan bir broşürde örneğin: “Otuz yaşına gelmiş herkes kolesterol seviyesini ölçtürmeli” deniyor.

Oysa bu balmumu kıvamındaki madde beden için yaşamsal bir önem taşı-makla birlikte, beynin önemli bir gereksinimidir de. Besinlerde bulun-masa bile insan vücudu kolesterol üretir. Çünkü kolesterol olmasa hücreler ölür, yaşam sürdürülemez.

Birçok insan buna rağmen kolesterol sözcüğünü duyar duymaz kalp hastalığından öleceğini sanır ve kahvaltıda yumurta ve tereyağından vazgeçer.

Kolesterol kampanyasından sonra bir milyonu aşkın Alman gerçekten de kolesterol seviyesini ölçtürdü ve bu kişilerin yarısında kolesterol seviyesi beklenilenden yüksek çıktı.

Roche Diagnostics firması bu sonuçtan sonra kolesterol seviyesini ölçen aletler çıkardı, kardiyologlara başvuran hasta sayısı arttı ve bunlara tereyağından vazgeçmeleri önerildi -ki bu da doğal olarak Becel’in işine yaradı. Pfizer ise kolesterol seviyesini düşüren ilaçlar sayesinde milyarlarca euroluk kazanç elde etmeyi sürdürüyor.

Tek araştırma var mı?

Bu gelişmeler ışığında halkın aydınlatılmasına yönelik programlarla kolesterol teorisi tıpta kesinleşmiş bir bulgu gibi gösterildi. Oysa doktorların birçoğu kalp enfarktüsünde baş rolü oynayanın kolesterol olduğu konusunda hala. kuşkulu.

Almanya’da normal kolesterol değerinin 200’e düşürülmesinden sonra, kardiyolog Harald Klepzig gibi birçok uzman itirazda bulundu. Ve Klepzig, eğer kolesterol seviyesinin düşürülmesiyle insan yaşamanın kurtarıldığını gösteren tek bir araştırma bile gösterilseydi mutlu olurduk, diyor.

Hatta kolesterol seviyesinin düşürülmesinden sonra ölüm oranlarının arttığını gösteren en az on araştırma bulmak bile çok daha kolay.

Amerikan Stres Enstitüsü ve New York Tıp Koleji profesörü Paul Rosch’a göre kamuoyunda beyin yıkama çabası o kadar başarılı oldu ki birçok kişi kolesterol seviyesi ne kadar düşükse o kadar sağlıklı olduğunu ve çok daha uzun yaşayacağına inanır oldu. Fakat bu büyük bir yanılgıdan başka bir şey değil, diyor Rosch. Kötü kolesterolle ilgili iddialar gerçekten de kanıtlardan çok sonuçlara dayanmakta ve bunların çoğu ispatlanamadı. Mesela Minnesota Üniversitesi araştırmacılarından Ancel Keys, 1953 yılında kolesterol teorisinin ana mitosu haline gelmesi beklenen bir makale yayımlamıştı. Keys, çalışmasında altı ülkede yağ tüketimi ve koroner kalp hastalıkları arasındaki ilişkiyi kesin bir şekilde kanıtlayan bir çizelge sunduğunu söylüyordu.

Çalışmada eksiklik

“Sonuç, besinlerdeki yağ oranı ve koroner kalp hastalığı riski arasındaki ilişki konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor” diye yazmıştı Lancet dergiside. Ne var ki çalışmanın önemli bir kusuru vardı. Toplam 22 ülkenin verileri ortadayken, Keys, sadece altı ülkenin verilerini değerlendirmekte yetinmişti. Eğer Keys tüm ülkelerin verilerini hesaba katsaydı bu tablo ortaya çıkmazdı diyor İsveçli doktor Uffe Ravnskov. Amerika ve Norveç’teki yağ tüketim oranı aynı olmasına karşın, Amerikalıların koroner kalp hastalıklarından ölme riski üç kat fazlaydı.

Bununla birlikte Ravnskov gibi eleştirmenler kandaki yağ oranı ve koroner kalp hastalıkları arasındaki ilişkiyi asla inkar etmiyorlar. Örneğin toplumun yaklaşık %0,2’sinde kalıtımsal hiperkolesterolemi bulunmakta. Bu kalıtımsal hastalığa sahip kişilerde çok az sayıda sağlıklı veyahut da tümüyle hasarlı kolesterol reseptörleri vardır.

Kolesterol bu yüzden kandan beden hücrelerine aktarılamadığından kolesterol seviyesi yükselir ve desilitrede 350-1000mg arasında değişir. Hastalarda sık sık damar sertliği (arteryoskleroz) görüldüğü için de (daha erken bir yaşta) kalp enfarktüsüne bağlı ölüm riski daha yüksektir.

Kolesterol damar sertliği ilişkisi?

Fakat bu hastalığın gerçek damar sertliğiyle karşılaştırılabilirliği kuşkuludur. Kalıtımsal olarak kanlarında yüksek oranda kolesterol bulunanlarda yapılan otopsi sonucunda, kolesterol in sadece damarlarda değil bedenin her yerinde biriktiği anlaşılmış çünkü. Organların birçoğunda kolesterol birikimi söz konusu. Bu nedenle de normal kolesterol seviyesine sahip kişilerde kolesterol ve damar sertliği arasındaki ilişki büyük bir yanılgıdır, diyor Ravnskov.

Hatta bir doktor “risk altında bulunan” yaşlı hastalara düşük kolesterollü bir diyet önerdiğinde, yaşlıları daha çok tehlikeye atmış olur. “Yaşlılar zaten en başta diş protezi, hazımsızlık ve iştahsızlık yüzünden yeterince beslenemiyorlar” diye uyarıyor Amerikalı dr. Lown.

Kalp uzmanı ve yazar, kolesterol ve kan şekeri seviyesini düşürmeye çalışan yaşlı bir kadının birden bire zayıfladığını ve halsiz düştüğünü gördükten sonra hastaya tüm doktor önerilerinden vazgeçmesini ve hoşuna giden her şeyi yemesini önermiş. Ve hasta bu şekilde altı ay sonra normal kilosuna ve eski sağlığına kavuşmuş.

Hatalı tanı: Osteoporoz

Avusturyalı Karl Kraus ise, hatalı tanı konusunda osteoporozu (kemik erimesi) örnek gösteriyor.

Almanya’daki istatistiklere göre 1995 yılında 74 yaş üzerindeki kişilerde toplam 74.803 üst baldır kemiği kırığı vakası meydana gelmiş. Bu yaş grubunda %1,2’lik bir orana eşit olan bu rakam diğer endüstri ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok önemsizdi. Dolayısıyla da yaygın bir hastalık olarak gösterilmesi için osteoporozun yeniden keşfedilmesi gerekiyordu. Rorer Vakfı, Sandoz Pharmaceuticals ve Smith-Kline Beecham işte tam da bu amaçta Dünya Sağlık Organizasyonu’nun (WHO) bir konferansının sponsorluğunu üstlendi. Konferansta açıklanan bilgiye göre, yaşlılıkta kemik yoğunluğunun biraz azalması bile osteoporoz hastalığına işaretti. Ve ilaç endüstrisi o tarihten bu yana 40 yaşın üzerindeki insanların %50’sini ilaçla tedavi etme olanağını yakaladı.

Yeni yaratılan hastalığın teşhis edil-mesi için kemik yoğunluğunun ölçül-mesi sırasında ilginç bir taktikten yararlanılmakta. Buna göre kemik yoğunluğu ne kadar yüksekse röntgen ışınlarını o denli zayıflatmakta.

Dünya Sağlık Örgütü limiti

Söz konusu yöntem neredeyse tüm hastaların kemik yoğunluğunu düşük göstermekte, sonuçta kemik yoğunluğu kaybı tıpkı ciltteki kırışıklıklar gibi yaşlılığın bir neticesidir.

WHO, patolojik bir süreçten söz edebilmesi için belli bir limit koydu. Buna göre eğer kemik yoğunluğu normal değerden %20-35 oranında düşükse o kişi osteoporoz hastası demekti.

WHO’nun limitine göre 1993 yılında neredeyse toplumun tümü hasta ilan edildi. Ve bunun üzerine İsveç’te yapılan bir araştırmayla da yaşları 70-79 arasında değişen kadınların %31’inin osteoporoz hastası olduğu ortaya kondu. Hatta yaşamları boyunca hiçbir yerlerini kırmamalarına rağmen 80yaşını aşkın kadınların %36’sıda osteoporoz hastası olarak kabul edildi. WHO limiti ilaç firmalarına milyarlık bir kazanç kapısı açtı.

İnsanlar ilaç bağımlısı yapılıyor

Peki yeni hastalar veya hastalıklar yaratma çabası ne şekilde doğdu?

On beş filozof, doktor ve bilim adamlarından oluşan saygın Nuffield Council on Bioethics Birliği insanların ilaç bağımlısı haline getirilmesinin yeni bir megatrend olarak geliştiğine dikkat çekerek şu şekilde uyarmıştı: En önemli problemlerden biri, yeni hastalık tanılarının yaygınlaşmasına veyahut da rahatsızlıkların iyice didiklenerek daha geniş bir kitleye mal edilmesine dayanıyor. Tıptaki gelişmeleri teşvik eden yalnızca piyasa kuralları da değil. Gelişmeler, tıpta on yıllardan bu yana çığır açacak bir bulguya ulaşılmaması nedeniyle de hızla ilerlemekte. Ve kanser gibi hastalıkların tedavisi başarısız olunca, tüm araştırma çabaları boşa gidince (günde yaklaşık olarak 5500 tıp makalesi yayımlanıyor) doktorlar ve ilaç firmaları ister istemez sağlıklı insanlara yöneldiler.

Geçtiğimiz yıllarda yaşamını yitiren tıp tarihçisi Roy Porter, bu gelişme-nin batıdaki toplumlarda tıbbı olanak-ların en temel hak olarak sunulması nedeniyle sağlık sistemlerinin ve toplumların yapısal bir problemi haline geldiğini söylemişti. Ve bu şekilde doktorlar, ilaç ticareti, medya ve durmadan reklam yapan ilaç firmaları sayesinde tedavi edilebilir hastalık yaratma konusunda müthiş bir baskı oluştu, korkular ve girişimler büyük bir hızla arttı. Sonuçta gerek doktorlar gerekse tüketicilerde “her insanda bir hastalığın bulunduğu ve hepsinin tedavi edilebilir” olduğu inancı yerleşti.

http://garildi.cumhuriyet.com.tr/sayfa.cgi w+30+/cubilim/cubilim2004/0403/06/t/index.html”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz