Mültipl Sklerozun Biyomedikal Tedavisi

0
1461

Geleneksel beslenme tipinin değişmesi birçok kronik hastalığının artmasına neden olabiliyor. Aynı şey MS için de geçerli mi?

Hem de nasıl. Bakın 1990’da yapılan bir araştırmada Batı Hindistan ve Afrika gibi MS’in nadir görüldüğü diyarlardan İngiltere’ye gelen göçmenlerin çocuklarındaki MS sıklığı en az, beyaz İngilizlerinki kadar yüksek olduğu saptanmış (11). Bu çocukların ebeveynlerinde ise MS sıklığında bir artış olmamış. Çünkü bu çocuklar kendi geleneksel gıdalarından çok kendilerine çok cazip gelen rafine gıdaları tüketiyorlar. Ebeveynleri ise mümkün olduğunca geleneksel gıdalarını yemeye devam ediyorlar.

Bir başka araştırmada Hawai’ye göç etmiş Japonlardaki MS sıklığının (6.5/100,000), Japonya’dakilerden üç kat daha fazla (2.1 /100,000) olduğu saptanmış(12, 13). Bunun başlıca nedeninin Hawaideki Japonların, Japonya’daki akrabalarına oranla daha fazla batı tipi yemekler yemesi olduğu düşünülüyor.

Aslında Hawai de iyi kötü geleneksel gıdaların tüketildiği bir ada. Adada beyazlardaki MS sıklığı (10.5/100,000), aynı adada yaşayan Japonlardan daha fazla ama California’dakilerden üç kat daha az (29.9 /100,000) (14). Çünkü Hawai beyaz insanlarının batı tipi(rafine) yemek tüketimi, California’daki beyazlara oranla (son yıllardaki bozulmaya rağmen) yine de daha az.

Ama bu konudaki belki de en ilginç gözlemler Faroe adalarında yapılmış.

Anlatmanız için sabırsızlanıyorum

Hikaye şöyle. İngilizler 1941-1944 yıllarında (II. Dünya Savaşı sırasında) Kuzey Atlantik’te, Norveç’in batısındaki Faroe Adalarını işgal ediyorlar. İşgalden sonraki yıllarda adanın yerlilerinde daha önce nerdeyse hiç görülmeyen MS sıklığında müthiş bir patlama oluyor (15). Ama dikkatli bir inceleme sonucu bu artışın İngiliz üslerinin yakınında oturan ve İngilizlerin rafine yiyeceklerinden yiyenlerde olduğu saptanıyor. Geleneksel gıdalarını yemeye devam eden adalıların MS sıklığında ise bir artış olmuyor.

Çok ilginç demek ki beslenme bu kadar etkili oluyor. Ama ben nerdeyse hiçbir nörologun hastalarına beslenme konusunda önerilerde bulunduğunu duymadım. Niye böyle oluyor?

Maalesef birçok MS uzmanı beslenme konusuna hiç önem vermiyorlar. ‘Beslenmenin hastalık üzerinde olumlu bir etkisinin olduğu %100 ispat edilmemiş’ deyip diyeti çok hafife alıyorlar. Ama tersi nedense hiç akıllarına gelmiyor. Çünkü diyetin hastalık üzerine olumsuz bir etkisinin olduğu da %100 ispat edilmemiş. Hatta bilakis çok sayıda araştırmada %100 olmasa bile, diyette yapılan değişikliklerin hastalığın gidişini olumlu etkilediği görülmüş.

MS tedavisinde kullanılan çok pahalı ilaçların %100 etkili olduğu ispatlanmamış ama nedense onlara hiç ses çıkarmıyorlar. Hatta çok sayıda yan etkilerine rağmen.

Neden böyle yapıyorlar?

Tamamen duygusal! Tabii cehaletin payı da az değil. Bu hekimlerin çoğu ilaç deneylerinde olduğu gibi tek ilaç gibi tek bir yiyeceğin değiştirilmesi ile hastalığın iyileştirdiğinin gösterilmesini istiyorlar. Olmadığı zaman da diyetin bir yararı yok diyorlar. Halbuki çok sayıda diyet faktöründen etkilenen bir hastalığın tek bir faktörün değiştirilmesi ile tamamen düzelmesi mümkün değil. Ama çok sayıda beslenme faktörü bir arada değiştirilire hastalığın tamamen düzelmese bile önemli ölçüde düzelme gösterdiğine dair çok sayıda çalışma var. Bizim inancımız MS tedavisinin ana unsurunun beslenme olduğudur.

Mültipl skleroz birçok besine karşı alerji ya da tahammülsüzlük var. Bu yiyeceklerin başında pirinç hariç tahıllar, süt ürünleri ve baklagiller geliyor. Dikkat ederseniz bu yiyecekler insan evriminde beslenme listesine en son eklenen yiyecekler. İnsanlık tarihinin yeni yiyecekleri olduklarından bağırsaktaki sindirilmeleri oldukça zor. Bu nedenle sindirilmelerini daha da zorlaştıran ilave bir neden, alerjik ya da immünolojik reaksiyonlara neden olabiliyorlar.

Mesela buğday tüketiminin yüksek olduğu ülkelerde MS daha çok görülüyor (16). Süt proteini kazein de MS mekanizmasında rol oynayabiliyor. Mesela 27 ülkeyi içine alan bir çalışmada süt tüketimi ile MS yaygınlığı arasında güçlü bir korelasyon (0.84) saptanmış (17). Anlayacağınız süt tüketimi arttıkça MS de artıyor. Bu durum Çin, Japonya ve Kore gibi buğday ve süt ürünleri tüketiminin çok düşük olduğu Uzak Doğu ülkelerinde MS sıklığının az görülmesinin nedenini açıklayabilir.

Tabii bir de ‘hangi süt?’ demek lazım. Çünkü çok miktarda (günde 2-4 litre) süt tüketen Masai yerlilerinde MS nerdeyse hiç yok.

Neden?

Çünkü sütü çiğ tüketiyorlar ve ısıl işlemden geçmediği için süt proteinleri tahrip olmadıkları gibi, süt proteinlerini sindiren enzimler de tahrip olmuyor. Türkmenler, Moğollar, Uygurlar, Nepalliler ve Tibetliler çok süt tüketiyorlar. Fakat sütü genellikle çiğ tüketmiyorlar. Onlarda da MS az görülüyor. Çünkü sütü süt olarak tüketeceklerine kefir, yoğurt ve peynir gibi fermente süt ürünleri olarak tüketiyorlar.

Ne değişiyor?

Isıl işleme tabi olan bu sütlerde enzimler tahrip oluyor. Ama fermantasyon bakteriyel faaliyeti tekrar başlatıyor ve bu bakteriler süt proteinlerini sindirecek enzimleri üretiyorlar. Böylece bu proteinler bağışıklık sistemini farklı bir şekilde uyarmıyorlar.

Yani çiğ tüketilemiyorsa ısıl işlemden geçen sütün süt olarak değil yoğurt, kefir gibi fermente edilmiş süt ürünleri şeklinde tüketilmesini öneriyorum. UHT’li sütler ve ekşimesi engellenen yoğurtların proteinleri (kazein) tamamen antijenik özellik kazanıyor.

Bir de baklagilleden bahsetmişiniz?

Lektinler de MS oluşum mekanizmasında suçlanan ve tahıllarda, baklagillerde, yer fıstığında ve domateste çok bulunan bitkisel proteinler. Lektinler de kazein ve glüten gibi miyeline duyarlı T lenfositlerini aktive ediyorlar. Süt proteini (kazein), buğday, arpa, çavdar, yulaf proteinleri, baklagillerde, yer fıstığında ve domateste bulunan lektinler bağırsak bakterilerinin tam sindirilememiş protein parçacıkları moleküler benzerlik nedeni ile miyeline duyarlı T lenfositlerini aktive ediyorlar (18).

Siz MS’i bağırsaktan başlayıp beyinde sonlanan bir hastalık olarak tanımlıyorsunuz. Peki nasıl oluyor da sindirim ve emilim fonksiyonları bozuluyor?

MS’li hastaların çok büyük bir bölümünde mide-bağırsak fonksiyonları bozuktur. Bu problemler karın ağrısı, geceleri uyanma, karın ağrısı, kronik ishal, kabızlık, ağız kokusu, gaz çıkarma ve geğirme şikayetleri ile karşımıza çıkıyor. Dışkı çoğu kez pis kokulu olup, sindirilmemiş yiyecek parçaları ve yağ içerebiliyor. Nitekim bu durum araştırmalarda da gösterilmiş. Mesela Gupta ve arkadaşları 52 hastanın mide-bağırsak fonksiyonlarını incelemişler %42’sinde yağ emilimi bozukluğu, %41inde sindirilmemiş et parçaları, %12’sinde B12 vitamini emiliminde azalma saptamışlar (19).

MS’li hastalarda bağırsak hücrelerinde bulunan sindirim enzimlerinde tahribat ya da işlevsel bozukluk nedeni ile protein, yağ ve şekerlerin parçalanarak küçük birimlerine indirgenmesi, yani sindirilmesi büyük ölçüde aksıyor. Bağırsakta bulunan vitamin, mineral, protein, yağ, şeker ve diğer besinlerin emilerek kana geçmesi azalıyor. Bu durum yaygın vitamin, mineral ve amino asit eksikliklerine yol açıyor. Vitamin, mineral ve amino asitler bağırsak hücrelerinde bunları taşıyan proteinlerdeki hasar nedeni ile iyi emilemiyorlar, ama bu arada bağırsak geçirgenliği arttığından normalde kana geçemeyen bazı sindirilmemiş yiyecek parçaları ve toksik maddeler kana geçebiliyor ve bu yüzden bağışıklık sistemi aşırı uyarılıyor ve bir dizi olaydan sonra sinir kılıfları tahrip oluyor.

MS’li hastalarda sindirim fonksiyonlarını bozan temel nedenler kimyasallar; ağır metaller, tarım ve böcek ilaçları, gıda katkı maddeleri, antibiyotikler ve diğer toksik maddeler. Diğer nedenler arasında enfeksiyonlar (Kızamık, HHV6, CMV, Streptococcus, Clostridia, Borrelia, Candida) ve doğal besin maddeleri de var. Sindirim bozulduğu zaman kazein, gluten ve baklagillerin sindirilmemiş parçacıkları da toksik hasar yaparak sindirimi bozuyorlar.

Peki bağırsak bu sindirilmemiş protein parçacıklarının geçişine nasıl izin veriyor?

Evet haklısınız, sağlıklı çalışan bir bağırsak buna izin vermez. Geçişin iki yolu olabiliyor; bunların ilki bir takım zararlı faktörlerin bağırsak geçirgenliğini artırması ve bu nedenle bu proteinler kana geçiyor.

İkinci bir yol daha var. Lektinler bağırsak duvarındaki EGF reseptörü denilen özel almaçlara (reseptörlere) yapışırlar ve bağırsak geçirgenliği artmamış olsa bile bu reseptörler aracılığı ile kana geçiyorlar. Yani bu reseptörler lektinleri tıpkı bir Truva atı gibi kalenin içine sokuyor (18).

Lektinler bağırsakta yiyeceklerden bağırsak bakterilerinden gelen protein parçacıklarını da bağlıyorlar. Bu parçacıklar da Truva atı ile kana geçebiliyor.

Lektinler ve bağlandıkları besin ya da bakteri protein parçacıkları kana geçtiğinde miyeline duyarlı T hücrelerini moleküler benzerlik nedeni ile aktive ediyorlar. Lektinler ayrıca kan-beyin sedddinin geçirgenliğini de artırarak miyeline duyarlı T hücrelerinin MSS’ye geçmesini kolaylaştırıyorlar.

Peki bağırsak geçirgenliği niçin artıyor?

Normalde bağırsak hücreleri bağırsaktaki her maddenin (özellikle sindirilmemiş gıdalar ve toksik maddeler) kana geçişine izin vermez; yani bir güvenlik duvarı oluşturur. Buna bağırsak sızdırmazlığı denir. Bu koruyuculukta en önemli pay faydalı mikroplar dediğimiz ve sayıları 100 trilyonu bulan Lactobacillus, Bifidobacterium gibi probiyotikler. Probiyotikler bağırsaklarımızda sindirim organlarının dışında da sindirim enzimleri ve yiyeceklerimizden aldığımızın dışında da vitamin sentezliyorlar. Probiyotikler azalırsa bunlar da azalıyor.

Bağırsaklarımızda pamukçuk mantarı (Candida) ve Clostridium bakterisi gibi zararlı mikroplar da var. Ama bunlar bağırsaktaki mikropların %10-15’i kadar. Probiyotikler sayı üstünlükleri ile zararlı mikropları etkisizleştirerek bağırsak duvarına yapışmasını engeliyorlar. Beslenmemizdeki bozukluklar, bazı enfeksiyon hastalıkları ve ağır metaller gibi toksik kimyasallar kötü mikropların artmasına, probiyotiklerin ise azalmasına neden oluyorlar. Bu duruma disbiyozis deniyor.

Bağırsak florası bozulduğu zaman (disbiyozis) normal bir kişinin bağırsağında, az sayıda olduğu için hastalık yapma yeteneği (patojenitesi) körelen olan kötü mikroorganizmaların sayısı artar ve hastalık yapmaya başlarlar. Bunların en önemlileri pamukçuk mantarı (Candida) ve Clostridium bakterileridir. Dizbiyozis sırasında ayrıca Blastocystis, Klebsiella, Bacillus türleri, ve Staphylococcus aureus, vb. patojen mikroorganizmalar da hastalık yapabiliyorlar.

MS’li hastaların en az dörtte üçünde bağırsak disbiyozisi olduğu gösterilmiş. Daha hassas tahliller yapılırsa bu oranın aslında daha yüksek çıkacağı da tahmin ediliyor. Zararlı bakteri ve mantarların çıkardığı toksinler MS hastalarında akli fonksiyon ve davranışlarda bozukluklara (dalgınlık, hiperaktivite, dikkat dağınıklığı, letarji, başağrısı, depresyon, huzursuzluk ve saldırganlık gibi belirtiler) yol açıyorlar. Bağırsaktaki zararlı mikropların uzaklaştırılması ile MS semptomlarının hafiflediği de gösterilmiş (20).

Kötü mikroplar bağırsak hücrelerine zarar veriyorlar ve daha önce anlattığımız gibi bağırsağın geçirgenliği artıyor ‘leaky gut syndrom’. Bu bağırsağın geçirgenliği artma çok önemli bir kavram. Astım, egzema, otizm, mültipl skleroz, tiroidit, romatizmal hastalıklar, pankreas yetersizliği, Crohn hastalığı, fibromiyalji, otizm, mültipl skleroz, şizofreni ve çeşitli otoimmün hastalıkların altında yatan temel neden bu.

Bağırsak geçirgenliği arttığında bağırsaktaki her şey kana geçiyor mu?

İlk bakışta bağırsak geçirgenliği arttığı için birçok vitamin ve mineral ve aminoasitin bağırsaktan kana geçmesinin kolaylaşmış olacağı akla gelirse de durum tam tersi. Birçok vitamin ve mineral ve aminoasitin bağırsaktan kana geçmesi bağırsak hücrelerinde bulunan taşıyıcı proteinlerin sayesinde oluyor. Bunlar olmadan taşınma çok az olacağından bir yığın besleyici maddenin kana geçmesi de azalır. MS’li hastalarda bağırsak geçirgenliği arttığında taşıyıcı proteinlerde de işlevsel bozukluklar oluyor. İşin kötüsü sayıları azaldığı için probiyotiklerin bağırsaklarımızda oluşturduğu sindirim enzimleri ve vitaminler de azalıyor.

İmmünolojik tahribat hangi mekanizma ile oluyor?

Bağırsaktan emilmemesi gereken toksik maddeler (parçalanmamış kazein, glüten ve lektin parçacıkları, kimyasallar, hastalık yapan mikropların antijenik proteinleri ve diğer toksinler), bağırsak geçirgenliği arttığı için, elini kolunu sallayarak kana geçerler. geçen yabancı protein parçacıklarını fark eden Th2 lenfositleri aşırı uyarılıyor. Geçen protein parçacıkları sinir kılıfı proteinlerine çok benziyor ve Th2 lenfositleri sinir kılıfı proteinlerine saldıracak şekilde programlanıyor. Yani bağışıklık sistemimiz hayatının en büyük hatasını yapıyor ve kendinden olana saldırmak üzere hazırlanıyor.

Aslında sağlıklı bir insanda ise bu hücreler beyine geçemiyor. Çünkü beyindeki kılcal damarların duvarları, vücudun diğer kılcal damarlarından farklı bir yapıda. Bu kılcal damarların duvarlarını oluşturan hücreler birbirine sıkı sıkıya yapışmışlar. Bu engele kan-beyin setti, bariyeri deniyor ve ancak belli bazı maddelerin geçişine izin veriyor. Ama uyarılmış Th2 hücreleri maalesef geçiyorlar. Çünkü bu settin geçirgenliğini artırıyor (21). Nitekim MS lezyonlarının çoğu bariyer gücünün en zayıf olduğu toplardamar kılcallarının çevresinde.

Peki kan-beyin seddinin geçirgenliği niçin artıyor?

Tam sindirilmemiş besin proteinleri, bazı mikrorganizmaların protein parçacıkları ve kimyasal maddeler (ağır metaller, solventler, tarım ilaçları, böcek ilaçları vb) Th2 hücreleri dışındaki diğer bağışıklık hücrelerini de (bazofil, mast hücreleri vb) uyarıyorlar. Bazofil, mast hücreleri histamin, lökotirien, TNF gibi iltihap maddelerini artırıyorlar. İltihap maddeleri de kan-beyin setti geçirgenliğini artırıyor. T hücreleri beyine geçtiğinde burada daha önceden sekestre olmuş MSS proteinlerini yıkımı sonucu oluşmuş parçacıklara da maruz kalıyor ve böylece ikinci kez aktive oluyorlar. Beyin dokusuna geçen ve sinir kılıfına karşı uyarılmış Th2 hücreleri miyelin kılıfını tahrip ediyorlar. Anlayacağınız bağışıklık hücreleri muazzam bir hata yapıyor ve kendinden olanı tahrip ediyor; harakiri gibi.

MS’i başlatan temel etkenler arasında kimyasal toksinleri görüyorsunuz. Klasik nörologların çoğu bu konuyu bilmiyor, bilen de önemsemiyor. Bu konuyu biraz açsanız diyorum.

Evet. Az önce de anlattım. Tam sindirilmemiş besin proteinleri, bazı mikrorganizmaların protein parçacıkları ve kimyasal maddeler (ağır metaller, solventler, tarım ilaçları, böcek ilaçları vb) bağışıklık sistemini aşırı uyararak sinir kılıflarınının tahrip olmasına yol açıyorlar.

Peki madem ki MS fenilketonüri, hemofili, talasemi gibi klasik bir tek genle kalıtlanan bir hastalık değil, o zaman aynı çevresel toksik etkene maruz kalan bir kişide MS gelişirken diğer başka kişide MS niye gelişmiyor?

Aynı çevresel zararlıya (ağır metal, böcek ilacı, antibiyotik, enfeksiyon, organik solvent vb) maruz kalmasına rağmen her kişide MS tablosunun görülmemesi MS’e yatkınlık sağlayan tek-gen polimorfizmlerinin varlığı ile açıklanıyor.

Tek-gen polimorfizminde talasemi, hemofili gibi hastalıklarda olduğu gibi bir gen eksikliği yoktur. Burada gen eksikliği yoktur, fakat genin kalitesi bozuktur ve idare ettiği enzim tembel çalışır. İnsanlar çevresel zararlıya maruz kaldıklarında vücutlarına çalışan detoksifikasyon (zehirden kurtulma) mekanizmaları ile bunları temizlemeye çalışır. Detoksifikasyon mekanizmaları genetik olarak belirlenir ve kişiden kişiye değişir. Bu değişkenlik gen polimorfizmlerinin sayısı ve bozukluğun derecesi ile ilişkilidir.

Bu mekanizmalar nüfusun %65’inde oldukça iyi çalışır; geri kalan %32’sinde yavaş, %2.5’sinde ise çok az çalışır. Otizm, Alzheimer, şizofreni ve bipoler bozukluk gibi mültipl sklerozu olan hastalar bu %2.5’in içindedir. Fakat çevresel toksinlerin mevcut artışı sürer ve doğal beslenmeden daha da uzaklaşılırsa %32’lik bölümde de bu hastalıklar fazla görülebilecektir.

Gen polimorfizmleri onbinlerce yıldan beri var olmalarına karşın MS tablosuna neden olmamışlar. Ancak son yüzyılda artan çevre kirliliği nedeni ile MS’te tam anlamı ile bir patlama olmuştur. Yani MS sadece gen polimorfizmlerinin varlığına bağlamak son derece yanıltıcı. Üstelik çevresel zararlılar azaltılırsa sadece gen polimorfizmlerinin varlığı MS tablosuna neden olmamaktadır.

Çek Cumhuriyetinde yapılan bir araştırmada amalgam (cıva) dolguları çıkartıldıktan sonra MS gibi otoimmün hastalıkları olanlarda bariz düzelmeler kaydedilmiştir. Cıva beyini etkileyen en önemli radyoaktif olmayan elementtir. Mikroglialar beyinin bağışıklık hücreleridir. Bu hücreler normalde aktif değillerdir (uykuda). Cıva, alüminyum, demir, aşırı aşı olma, kafa travmaları, organik solventler, enfeksiyonlar ve interferon gibi sitokinler mikroglia hücrelerini uykudan uyandırırlar (22).

Aşırı etkinleşmiş olan mikroglialar glütamik asit ve kinolinik asit gibi uyarıcı zehirleri salgılayarak serbest oksijen radikallerinin üretimini arttırırlar ve beyin yağlarını paslandırırlar. Serbest oksijen radikalleri sinir bağlantılarını tahrip ederek sinir iletisini aksatırlar. Aktive olmuş mikroglialar ayrıca ikinci grup prostaglandin ve dördüncü grup lökotirienler gibi iltihap arttırıcı bileşiklerin de üretimini artırırlar.

Dişlerinde amalgam dolgusu (cıva içerir) olan MS’lu hastaların kan cıva düzeyleri olmayanlara göre daha yüksektir ve bunlarda nöbet sayısı %30 daha fazladır. Diş hekimlerinde MS’un diğer meslek gruplarına oranla daha fazla olduğu iddiası oldukça güçlü bir olasılık. Başlıca cıva kaynakları aşılar, dişler ve balıklardır (23-25).

Enternette ve popüler tıp kitaplarında fazla yaygın olarak kullanılan bir tatlandırıcı olan aspartam kullanımından sonra mültipl skleroz olguları bildirilmektedir. Bunun %100 ispatı yok ama, bence aspartamın MS oluşumuna katkıda bulunduğu bence yüksek bir olasılık. Aspartamın içinde, aspartik asit (%40), fenilalanin (%50) ve metil alkol (=ispirto) (%10) bulunmaktadır. Aspartam’ın içinde bulunan metil alkol 30 derecenin üstünde önce formaldehit, ardından da formik asite dönüşmektedir.

Metanol zehirlenmesinin belirtileri (yorgunluk, spazmlar, ani ağrılar, bacaklarda uyuşma, kramplar, başdönmesi, baş ağrısı, kulak çınlaması, eklem ağrıları, depresyon, anksiyete atakları, ağzı dolanma, görme bulanıklığı, hafıza kaybı) mültipl skleroz belirtilerine çok benziyor. Her ne kadar aspartamın mültipl skleroza neden olduğu yüzde yüz gösterilmemişse de böyle bir olasılık oldukça yüksektir. Aspartamın hiçbir yararı olmadığı gibi bir yığın zararı da vardır (26-27).

Vitamin ve mineral eksikliklerinin MS oluşumu üzerine etkisi var mı? Çünkü bazı vitamin, mineral ve besleyici maddelerin takviyesinin MS’te faydalı olduğu söyleniyor.

Evet bariz etkileri var. Yapılan araştırmalar MS’li hastaların önemli bir bölümünde A, B1, B3, B6, B12, C, E, D, K, folik asit ve biyotin gibi vitaminler ile selenyum, çinko, kalsiyum ve magnezyum gibi minerallerin, esansiyel amino asitlerin ve omega-3 yağ asitlerinin eksik olduğunu gösteriyor. Düşük bulunan vitamin ve minerallerin takviyesi birçok hastada olumlu etkiler yapıyor.

Vitamin ve mineral eksikliklerinin değişik nedenleri var;

  • MS’li hastaların bağırsaklardaki iltihabi durumun vitamin ve minerallerin emilimini azaltması.
  • Bağırsakta probiyotiklerin (faydalı bakteriler) azalması nedeni ile bu bakterilerin sentezlediği vitaminlerin azalması
  • Hastaların yeterli D vitamini sentezleyememesi (güneşlenme)
  • Tabii belki de en önemli neden doğal gıda tüketiminin azalması

Aslında her doğal yiyecek aynı zamanda MS ilacı. Yalnız burada şu kolaycılığa kapılmamak gerekiyor. İnsanların çoğunda mucizevi bir ilaç ya da besin arama duygsu hep vardır.MS’in biyomedikal tedavisi bir bütün. Sadece bir besin unsurunu değiştirerek MS’i tedavi edemezsiniz. Şimdi bu besin unsurlarından önemli gördüğüm birkaç tanesinden bahsedeceğim.

Mesela mültipl sklerozlu hastaların merkez sinir sistem dokularında (özellikle beyaz maddede) magnezyum, çinko ve kalsiyum düşük bulunmuş. Bu mineraller miyelin kılıfının yapılanması ve dayanıklılığında önemli rol oynuyorlar. Mesela magnezyum yetersizliği mültipl skleroz gibi müzmin iltihabi süreçleri kötüleştirebiliyor (28). Eksik olan hastalarda magnezyum takviyesi ile nöbet sayısı azalabiliyor. Mültipl sklerozlu hastalar magnezyumdan zengin gıdaları (yeşil yapraklı gıdalar, kuru yemişler, et, balık vb) bolca yiyerek magnezyum ve kalsiyumun yanında bol miktarda B kompleks ve C vitamini almış olabilirler.

Hastalığın oluşumunda omega-3 yağ asitlerinin de etkisi var. Omega-3 yağ asitleri itihap yapan eikosanoidlerin (prostaglandin ve lökotirienler) ve sitokinlerin oluşumunu azaltarak ağrıyı, iltihabı ve otoimmüniteyi baskılıyorlar (29). Yapılan çalışmaların çok büyük bir bölümünde omega-3 yağ asitlerinin mültipl sklerozda nöbetlerin sayısı ve şiddetini azalttığı gösterilmiş.

Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde zerdeçal çok tüketildiği için MS az görülüyormuş. Doğru mu bu?

Zerdeçal Hindistan, Çin, Pakistan gibi Asya ülkelerinde baharat ya da çay olarak yaygın bir şekilde kullanılıyor. Gerçekten de bu ülkelerde mültipl skleroz çok nadir. Tabii bu ülkelerde MS’in çok az görülmesinin tek nedeninin zerdeçal olduğunu söylemek çok bilimsel olmaz. Çünkü bu ülkelerde yüzlerce baharat ve doğal gıda yaygın bir şekilde tüketiliyor. Ama zerdeçal bu ülkelerde en çok tüketilen baharat. Şimdi anlatacağım araştırma zerdeçalın önemini vurguluyor (30).

Üç grup fare alınıp bunlarda deneysel mültipl skleroz oluşturulmuş.

  • Birinci grup fareye haftada üç kez 50μg İV zerdeçal
  • İkinci grup fareye haftada üç kez 100μg İV zerdeçal
  • Üçüncü grup fareye plasebo (yalancı ilaç) verilmiş.

30 gün içinde farelerde MS bulgularının olup olmadığı gözlenmiş. Plasebo grubunda yaygın felçler olmuş. 50 μg’lık grupta hafif belirtiler olmuş 100 μg’lık grup tümüyle sağlıklı imiş. 100 μg’lık doz kabaca Hintli bir kişinin diyetindeki miktara denk gelmekte imiş (2-3 x200-300 mg). Zerdeçalın otoimmüniteyi uyaran interlökin-12 yapımını inhibe ederek etkisini gösteriyormuş. Aslında çok sayıda baharat ve doğal gıdanın da MS üzerine olumlu etkileri görülmüş ama bunlardan bahsetmeyeceğim.

Mültipl sklerozun teşhisi kolay mı?

Hastalık belirtilerinin, sinsi, değişken ve çok sayıda olması teşhisi zorlaştırıyor. Fakat klinik belirtiler hekime hastalığın varlığını düşündürüyorsa, artık teşhis kolay. Çünkü manyetik rezonans (MR) beyin ve omurilikteki 2-3 mm’lik küçüklükteki demiyelinasyon plaklarını bile gösteriyor. Hatta eskilerini yenilerinden ayırt edebiliyor.

Mültipl sklerozun klasik tedavisi nasıl yapılıyor?

Günümüzde mültipl skleroz için kullanılan tedavilerin hedefi hastalığın ilerlemesini geciktirmek. İlerlemenin geciktirilmesi için immünmodülasyon (bağışıklık sistemini değiştirmek) ya da immündepresyon (bağışıklık sistemini baskılamak) yapılıyor. Bu tedavilerin tatminkar olduğunu söylemek mümkün değil. Taşıma suyla değirmen döndürmeye benziyor. Sadece günü kurtarıyor. Bazen onu da yapamıyor.

Sık atak geçiren ve/veya hızla kötüleşme gösteren mültipl skleroz hastalarında sinir kılıflarındaki iltihabi süreci denetim altında tutmak için aşırı uyarılmış bağışıklık sistemini baskılamak amacı ile çeşitli ilaçlar kullanılmaktadır. Başlıca kullanılan bağışıklık sistemi baskılayıcıları kortikosteroidler, azatiopirin, glatiramer asetat ve beta-interferon. Önemli yan etkileri olabildiği için bu ilaçlar dikkatli kullanmak gerek.

Kortikosteroidler-MS

Kortikosteroidler MS’te akut semptomları baskılamak için kullanılıyor. Kortikosteroidler bağışıklık sistemini baskılamak sureti ile etkilerini gösteriyorlar. Kortikosteroidler tepreşmelerin (alevlenmelerin) süresini azaltabilirse de hastalığın gidişini durduramıyor. Çok sayıda yan etkisi nedeni ile kortikosteroidler uzun süreli kullanılamıyor.

Glatiramer

Glatiramer asetat muhtemelen miyelin hasarına yol açan T-hücrelerini engelliyor ve temel miyelin proteininin oluşumunu stimüle ediyor. Bu ilaç alevlenen-sönen tip MS’te alevlenmelerin sayısını azaltabiliyor.

Son yıllarda mültipl skleroz tedavisinde çok kullanılan beta-interferon MS’te alevlenmelerin sayısını azaltabilirse de bu etkisi çok belirgin değildir. Buna rağmen mültipl sklerozla uğraşan hekimlerin çok kullandığı bir ilaç. Yıllık maliyeti 15,000 avro dolaylarında. Çok sayıda da yan etkisi var. Ateş, titreme ve yorgunluk gibi ivegen belirtiler birkaç saat içinde başlıyor ve birkaç hafta sürüyor (31). Başlıca müzmin bulgular, kırgınlık, uyku hali, iştahsızlık, hafif ateş, konsantrasyon kaybı, deliryum, konuşma bozuklukları, sanrılar, depresyon ve umutsuzluktur. Ama bu bulguların çoğu mültipl sklerozda da görüldüğü için çoğu kez ilacın yan etkisi olarak düşünülmüyor.

MS tedavisinde yüksek doz intravenöz gamma globulin (IVIG) de kullanılıyor. IVIG’in sinir hücrelerini iltihabi mekanizmaları yavaşlatarak koruduğu ileri sürülüyor (32). Fiyatının yüksek olması, haftada üç kez verilme zorunluluğu olması ve hastaları tam düzeltememesi ve yan etkilerinin olması en önemli sakıncalar.

Klasik tedaviler hastayı deyim yerinde ise ne öldürüyor, ne de onduruyor. Sizin de önerdiğiniz biyomedikal tedavinin klasik tedaviden ne gibi üstünlükleri var.

Biyomedikal tedaviden önce hastaların iyi bir tahlil taramasından geçmesi gerekiyor. Maalesef birçok klasik nörolog MS’li hastalardan MR ve rutin testler dışında fazla bir tetkik istemiyor. Bu nedenle hastalığın ana nedenini öğrenme ve dolayısıyla da tedavi etme olasılığı iyice azalıyor.

Tabloda istenmesi gereken önemli tahlillerin bir listesi görülmektedir.

Tablo. MS’li hastalarda İstenilen Laboratuar Tetkikleri

  • Kanda mineraller: Kalsiyum, fosfor, magnezyum, çinko, bakır, molibden, lityum, selenyum, demir vb.
  • Kanda vsitaminler: B12 vitamini, folik asit, 25-OH D vitamini, protrombin zamanı (K vit) vb.
  • İdrarda ağır metal taraması (DMSA ile uyarılmış): Cıva, kurşun, kadmiyum, arsenik vb
  • Metabolik incelemeler: Kanda ve/veya idrarda amino asitler
  • Kan sayımı ve rutin biyokimya tahlilleri
  • Görüntüleme yöntemleri: MR, beyin toplardamarlarının renkli dopler taraması, SPECT (hiperbarik tedavi yapılacaksa)
  • Ayrıntılı dışkı flora taraması (kültür, sindirim testleri)
  • Gıda alerji testleri (IgG tipi)MS’in biyomedikal tedavisinin başarılı olabilmesi için öncelikle diyetin ve mide-bağırsak sistemin düzenlenmesi şart.

Şimdi gelelim beslenmeye.

İyi bir beslenme tedavisi aşağıdaki basamaklardan oluşuyor;

  • Glütensiz, kazeinsiz, baklagilsiz, katkısız ve doğal yiyeceklerden oluşan bir diyet (ayrıntılar için ‘otistikler için taş devri’ diyetine bakın; baklagilleri de diyetten çıkartın)
  • Unlu ve şekerli gıdaların azaltılması
  • Vitamin, mineral ve amino asit eksikliklerinin giderilmesi: Omega-3/omega-6 dengesinin ayarlanması: Omega-6’dan zengin yağların (ay çiçeği, mısır) diyetten çıkartılması ve. Omega-3 yağ asitlerinden zengin 2000mg kadar aktif balık yağı (EPA+DEHA) almak gerekir.
  • Sindirim bozukluklarını kaliteli pankreas enzimleri (Kreon, TriEnza, Vital-Zymes vb) ile tedavi edin.
  • Dışkı kültüründe mantarlar (kandida gibi) ve bakteriler (klostridium gibi) üremişse probiyotik verin gerekiyorsa antibiyotik kullanın (Bu tedavi 4 ay-12 ay sürebilir).
  • Yaygın enflamasyonun (iltihap) ve serbest radikallerin azaltılması
  • Yüksek dozlu vitamin-mineral preparatları kullanılması

Başka neler yapılıyor?

Neredeyse bütün MS’lilerde ağır metal yükü var. Bu nedenle hastalarda idrarda DMSA’lı ağır metal taraması yapılması çok önemli. Tespit edilmişse ağır metalleri temizliği şart.

Bir fizyoterapist eşliğinde orta ağırlıkta egzersiz yapın. Zayıf kol ve bacaklar için masaj ve diğer fizik tedavi yöntemleri uygulatın.

Bütün bu tedaviler 6 ay içinde hastalığın ilerlemesini durdurmuyorsa başka tedavi yöntemlerine (hiperbarik oksijen, boyun toplardamarına balon konması, kök hücre nakli) başvurulması uygun olacaktır. Bu tedavilerlen ilk ikisi başlangıçtan itibaren de yapılabilir.

Biraz da bu alternatif tedaviler hakkında bilgi verebilir misiniz?

Bunlardan ilki Hiperbarik Oksijen Tedavisi (HBOT). Biliyorsunuz yaralanmalar, enfeksiyonlar ve çeşitli kronik hastalıklar sırasında dokulara giden oksijen azalıyor (hipoperfüzyon). Kronik bir hastalık olan MS’te de sinir dokusundaki hasarlı bölgeye giden oksijen miktarı azalarak sıfıra yaklaşıyor. Bu nedenle hasarlanmış sinir dokusunda iyileşme gecikiyorr ya da hiç gerçekleşemiyor. Nükleer tıpçılar dokuların yetersiz kanlanması durumunu (hipoperfüzyon) SPECT incelemesi ile gösterebiliyorlar.

Alyuvarlardaki (eritrositler) hemoglobin kandaki oksijenin %97’sini taşıyor. Geri kalan küçük miktar (%3) ise kan sıvısında (serum) taşınıyor. Ama maalesef alyuvarlardaki değil sadece kan sıvısındaki erimiş oksijen hasarlı dokunun içine girebiliyor. Bu da hasarlı doku için çok yetersiz. İşte yüksek basınçlı oksijen (HBOT) kan sıvısındaki oksijen miktarını 10 ile 20 kat artırıyor. Doku oksijen seviyesini artınca hasarın iyileşmesi çabuklaşıyor.

HBOT’un MS’te aşağıda belirtilen gibi bir yığın olumlu etkisi var;

  • Beyin ödemini azaltma
  • Kan beyin setti ve hücre zarı fonksiyonlarını düzeltme
  • Yeni damar oluşumunu artırma
  • Serbest radikalleri temizleme
  • Trombüsü (kan pıhtısını) azaltma
  • İltihabı azaltma
  • Kök hücre oluşumunu artırma, yani sinir hücrelerinin yapımını sağlama.

Bu nedenle HBOT MS’li hastalar için yararlı olabilir. Ama yine de şunu söylemek gerek HBOT mucizevî bir tedavi şekli değil. Yani her şeyi pir-ü pak yapmıyor. Hastaya az ya da çok bir faydası oluyor. En azından HBOT hastanın durumunu stabilize etmek ve hayat kalitesini artıran bir tedavi (33, 34). Britanya’da MS için HBOT tedavisi yapan en az 100 merkez var. Yıllardan beridir de bu tedavi uygulanıyor ve bariz sayılabilecek de bir sonuç alınmış durumda.

Britanya dışında bu tedaviyi uygulayan ülke var mı?

Fazla yok; yok da denebilir. Hatta Türkiye Britanya’dan sonra az da olsa bunu uygulayan ülkelerden biri, ama rakam çok yetersiz. Ben bu tedaviye inanan ve bir çocukçu olarak da erişkin eş, dost ve arkadaşlarıma öneren bir hekimim. HBOT ne kadar erken yapılıryorsa o kadar o kadar etkili oluyor. Tabii bu demek değil ki 5 yıldan fazla hastalığı olanlarda bu tedavi işe yaramıyor. HBOT birkaç hafta içinde etkilemeye başlasa da tam etkisinin görülmesi ayları ve hatta yılları alıyor.

HBOT’un bir hayli yan etkilerinin olduğu doğru mu?

Önceleikle kulaklara zarar veriyor diye olan iddiayı cevaplıyım. HBOT’ta genel olarak kullanılan basınç bir uçağın içindeki kadar; yani 1.4-1.5 ATA. Uçaktaki insanlar yutkunarak iç kulaktaki basıncı eşitliyorlarsa, HBOT kabini için de aynı durum geçerli.

Bir başka iddia da HBOT’un serbest oksijen radikallerini artırması ki MS oluşum mekanizmalarından biri. Halbuki HBOT kısa sürelidir (genellikle 1 saat) ve bu süre içinde serbest oksijen radikallerini artırmaz. Tam tersine serbest oksijen radikallerinin artmasına neden olan oksijenin azalmasıdır.

80-90 yaşındaki diyabetik hastalar bile ayak yaralarının tedavisi için rahatlıkla HBOT alıyorlar. Hatta sağlığı yerinde olan birçok insan da gençleşmek için hiperbariğe girebiliyorlar. Tabii ki HBOT mucizevi bir gençlik iksiri değil ama yaşlı bir kimseyi 3-5 yıl gençleştirebilir.

Kök hücre -MS

Kök hücreler mültipl sklerozlu hastalarda merkez sinir sistemini tekrar miyelinize edebiliyor, ayrıca otoimmün hastalığı da kontrol altına alabiliyor. Kemik iliği ve göbek bağı kanının kök hücreleri (CD34+) ilkel ve farklılaşmamış hücreler. Yani bu hücrelerin kalp, sinir, deri gibi çeşit çeşit hücreye dönüşebilme yeteneği var. Kök hücreler vücuda girdiğinde hasarlanmış bölgeye gidiyorlar; burada üreyerek dokuyu onaracak özel hücrelere dönüşüyorlar.

İnsanlarda yapılmış çalışmalar var mı?

Literatürde MS’li hastalarda yapılmış çok sayıda kök hücre nakli ile ilgili çalışma var (35-37). Bu çalışmanın birçoğu olumlu sonuçlanmış ve MS’li hastalar bu tedaviyle stabilize olmuşlar.

Mucize gibi bir şey?

Hiçbir tedavi mucize değil. Kök hücre nakli ile bu hastalar tümüyle hastalıktan kurtulmuyorlar. Ama seçilmiş vakalarda ve ehil ellerde bu tedavi son derece yararlı olabiliyor. Tabii ki biyomedikal tedaviler ile kombine edildiğinde sonuçlar çok daha başarılı olabilir.

Geçenlerde internette dolaşırken gördüm; MS’li hastalarda beyindeki pis kanı boşalıp kalbe döndüren toplardamarlarda tıkanıklıklar olduğu, bu tıkanıklıklar damarların daralmış yerlerine balon konduğunda hastalık belirtilerinin hafiflediği iddia ediliyor. Bu iddia doğru mu yoksa bir safsata mı?

Kesinlikle safsata değil. Bir İtalyan doktoru olan Dr. Paolo Zamboni beyindeki pis kanı (oksijeni azalmış, çok miktarda metabolik atık içeren venöz kan) boşaltarak kalbe taşıyan boyun toplardamarlarını Doppler ultrasonografi ile incelemiş ve bu toplardamarlarda yer yer tıkanıklıklar olduğunu saptamış (38).

Tıkanıklıklar nelere sebep oluyor?

Bu tıkanıklar varsa pis kan kalbe doğu akamıyor tam tersi tekrar yukarı doğru geri tepiyor. Ters yöne giden kan dışarı çıkacak bir yer arıyor ve sonunda gri maddeye girer. Toplardamarın içindeki toksik maddeler ve alyuvarlarda açığa çıkan demir gri madde hücrelerine iltihaba, çeşitli hasarlara ve hücrelerin ölümüne yol açıyor. Sonuçta klasik plaklar oluşuyor.

Otopsi çalışmalarında MS plakların hepsinin ortasında bir toplardamar olduğunu görülmesi ve bütün plaklar tıkanıklıktan önce değil, sonra olması Dr. Zamboni’nin teorisini destekliyor.

Peki Dr. Zomboni tam olarak ne yapmış?

Zamboni MS hastalarına transkraniyal ve ekstrakraniyal renkli dopler taraması yapmış. Venöz akımda azalma olmasından kuşkulanılan hastalara bu damarlarını (boyun veni ve azigos veni) venografi (toplardamarların yoğun madde ile görüntülenmesi) ile daha net bir şekilde görüntülemiş. Dr. Zamboni 118 MS hastasının tıkalı toplardamarlarına balon koymuş. Üç yıl boyunca hastalarda hiç MS atağı olmamış. Zamboninin hastaları arasında kendi karısı da varmış.

Aşk insana mucize yarattırıyor desenize?

Evet.

Doktorlar bu buluştan haberdarlar mı?

Çoğu değil. Zaten bakın göreceksiniz duyanların da birçoğu karşı çıkacak. Eski köye yeni adet diyecekler. Statükoyu değişmemesi için ellerinden geleni yapacaklar

Biraz ön yargılı değil misiniz?

İnşallah beni utandırırlar.

Türkiye’de bunu yapan bir hekim var mı?

Sevinerek söylüyorum, var. Cerrahpaşa Radyoloji bölümünden Doç. Dr. Sait Albayram. Ülkemizde ve hatta dünya’da girişimsel radyolojinin önde gelen parlak bilim adamlarından biri. Dr. Albayram başlangıç sonuçlarının çok olumlu olduğunu ifade ediyor. Zamanla uzun vadeli sonuçları daha iyi anlaşılacak. Çalışmaların sayısı artıkça bilgilerimiz daha da netleşecek.

KAYNAKLAR

  1. Charcot JM. Lectures on the diseases of the nervous system. In: Lectures on the diseases of the nervous system. London: New Sydenham Society, 1879:157-222.
  2. Osoegawa M, Kira J, Fukazawa T et al.; Research Committee of Neuroimmunological Diseases. Temporal changes and geographical differences in multiple sclerosis phenotypes in Japanese: nationwide survey results over 30 years. Mult Scler. 2009;15(2):159-73.
  3. Ebers G, Sadovnick AD, Risch NJ. A genetic basis for familial aggregation in multiple sclerosis. Nature 1995;377:150-151.
  4. Sadovnick AD, Ebers G. Epidemiology of multiplesclerosis: a critical overview. Can Jour Neur Sci 1993; 20:17-29.
  5. Cantorna MT, Hayes CE, DeLuca HF. 1,25-Dihydroxyvitamin D3 reversibly blocks the progression of relapsing encephalomyelitis, a model of multiple sclerosis. Proc Natl Acad Sci U.S.A. 1996;93:7861-4.
  6. Garcion E, Sindji L, Nataf S, Brachet P, Darcy F, Montero-Menei CN. Treatment of experimental autoimmune encephalomyelitis in rat by 1,25-dihydroxyvitamin D3 leads to early effects within the central nervous system. Acta Neuropathol (Berl). 2003;105(5):438-48.
  7. Munger KL, Zhang SM, O’Reilly E, Hernán MA, Olek MJ, Willett WC, Ascherio A. Vitamin D intake and incidence of multiple sclerosis. Neurology 2004;62:60-65
  8. Mowry EM, Krupp LB, Milazzo M, Chabas D, Strober JB, Belman AL, McDonald JC, Oksenberg JR, Bacchetti P, Waubant E. Vitamin D status is associated with relapse rate in pediatric-onset multiple sclerosis. Ann Neurol. 2010;67(5):618-24.
  9. Chaudhuri A. Why we should offer routine vitamin D supplementation in pregnancy and childhood to prevent multiple sclerosis. Med Hypotheses. 2005;64(3):608-18.
  10. Steiner I, Nisipianu P, Wirguin I. Infection and the etiology and pathogenesis of multiple sclerosis. Curr Neurol Neurosci Rep . 2001;1(3):271-6.
  11. Elian M, Nightingale S, Dean G. Multiple sclerosis among the United Kingdom-born children of immigrants from the Indian subcontinent, Africa, and the West Indies. J. Neurol Neurosurg Psychiatry, 1990;53:906-911.
  12. Kuroiwa Y, Shibasaki H, Ikeda M. Prevalence of MS and North-South gradient in Japan. Neuroepidemiology, 1983;2:62-69.
  13. Alter M, Okihiro M, Rowley W, Morris T. Multiple sclerosis among Orientals and Caucasians in Hawaii. Neurology, 1971;21:122-130.
  14. Poser CM. The epidemiology of multiple sclerosis: a general overview. Ann Neurology, 1994;36:S181-S193.
  15. Kurtzke JF. MS epidemiology worldwide. One view of current status. Acta Neurol Scand Supplement 1995;161:23-33.
  16. Shatin R. Multiple Sclerosis and geography. Neurology, 1964;14:338-344.
  17. Malosse D, Perron H, Seigneurin JM. Correlation between milk and dairy product consumption and multiple sclerosis prevalence, a worldwide study. Neuroepidemiology, 1992; 11: 304-312.
  18. http://www.thepaleodiet.com/ms_treatment.shtml
  19. Gupta JK, Ingegno AP, Cook AW et al. Multiple sclerosis and malabsorption. Am J Gastroenterol 1977;68:560-565.
  20. Kidd Parris M. “Mutliple Sclerosis, An Autoimmune Inflammatory Disease: Prospects for its Integrative Management.” Altern Med Rev, 2001; 6(6): 540-66.
  21. http://chetday.com/msandfood.html
  22. Riise T, Moen BE, Kyvik KR et al. Organic solvents and the risk of multiple sclerosis. Epidemiology. 2002;13(6):718-20.
  23. deShazer DO. The mercury-multiple sclerosis connection. Colo Dent Assn J 1985; 63 (4): 4.
  24. Siblerud RL, Kienholz E. Evidence that mercury from silver dental fillings may be an etiological factor in multiple sclerosis. Sci Total Environ 1994;142(3):191-205.
  25. Huggins HA, Levy TE. “Cerebrospinal fluid protein changes in multiple sclerosis after dental amalgam removal.” Altern Med Rev 1998, 3(4): 295-300.
  26. http://www.snopes2.com/toxins/aspartam.htm
  27. http://www.foodsciencebureau.com.au/nutrit/aspartam.htm
  28. Rossier P, van Erven S, Wade DT. The effect of magnesium oral therapy on spasticity in a patient with multiple sclerosis. Eur J Neurol, 2000; 7(6): 741-4.
  29. Bates D, Cartlidge NE, Franch JM et al. A double-blind controlled trial of long chain n-3 polyunsaturated fatty acids in the treatment of multiple sclerosis. JNeurol Neusurg Pschiatry 1989; 52 (1): 18-22
  30. Natarajan C, Bright JJ. Peroxisome proliferator-activated receptor-gamma agonists inhibit experimental allergic encephalomyelitis by blocking IL-12 production, IL-12 signaling and Th1 differentiation. Genes Immun 2002;3(2):59-70.
  31. Blaylock RL. Harmful Brain Effects of Interferons. http://www. russellblaylockmd.com
  32. Stangel M, Hartung HP. Remyelinating strategies for the treatment of multiple sclerosis. Progress in Neurobiology, 2002; 68: 361-376.
  33. Barnes MP, Bates D, Cartlidge NE, French JM, Shaw DA. Hyperbaric oxygen and multiple sclerosis: final results of a placebo-controlled, double-blind trial.J Neurol Neurosurg Psychiatry. 1987;50(11):1402-6.
  34. Golovkin VI, Zaitsev VS, Lotovin AP. Hyperbaric oxygenation as an immunity stimulator in disseminated sclerosis. Sovetskaya Med 1982; 12:70-75
  35. Fassas A, Passweg JR, Anagnostopoulos A et al. Autoimmune Disease Working party of the EBMT (European Group for Blood and Marrow Transplantation). “Hematopoietic stem cell transplantation for multiple sclerosis. A retrospective multicenter study.” J Neurol, 2002, 249(8): 1088-97.
  36. Carreras E, Saiz A, Marin P et al. “CD34+ selected autologous peripheral blood stem cell transplantation for multiple sclerosis: report of toxicity and treatment results at one year of follow-up in 15 patients.” Haematologica 2003, 88(3): 306-14.
  37. Martino G, Franklin RJ, Van Evercooren AB, Kerr DA; Stem Cells in Multiple Sclerosis (STEMS) Consensus Group.Stem cell transplantation in multiple sclerosis: current status and future prospects. Nat Rev Neurol. 2010 May;6(5):247-55.
  38. Zamboni P, Galeotti R, Menegatti E, Malagoni AM, Tacconi G, Dall’Ara S, Bartolomei I, Salvi F. Chronic cerebrospinal venous insufficiency in patients with multiple sclerosis. J Neurol Neurosurg Psychiatry. 2009;80(4):392-9.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz