Beyaz Önlük – Siyah Şapka

0
1434

Son yirmi beş yıldan beri tıp ve tüketim kültürü, kontrolden çıkmış bir hengâmenin içinde sürükleniyor. Bu sürüklenmenin etkileri ilk kez bu denli ayrıntılı olarak gözler önüne seriliyor.

Hayat kurtarması, hastaları iyileştirmesi beklenen “beyaz önlüklü” tıp, her ne pahasına olursa olsun daha çok satmak isteyen “siyah şapkalı” agresif bir endüstriye dönüştü. İşte modern tıbbın karanlık yüzüne yolculuk tam da bu dönüşümün hikâyesi aslında. Bültenimizin bu sayısında Hayy Kitaptan çıkan Beyaz Önlük-Siyah Şapka adlı kitabın tanıtımını yapacağız. Dr. Carl Elliott’un kaleme aldığı bu kitabı Şiirsel Taş Türkçe’ye kazandırmış. Ön sözünü Uz. Dr. Yavuz Dizdar’ın yazdığı bu kitabı bültenimizi izleyen bütün okurlarımıza hararetle tavsiye ederiz.

BEYAZ ÖNLÜK – SİYAH ŞAPKA

Son yirmi beş yıldan beri tıp ve tüketim kültürü, kontrolden çıkmış bir hengâmenin içinde sürükleniyor. Bu sürüklenmenin etkileri ilk kez bu denli ayrıntılı olarak gözler önüne seriliyor.

Hayat kurtarması, hastaları iyileştirmesi beklenen “beyaz önlüklü” tıp, her ne pahasına olursa olsun daha çok satmak isteyen “siyah şapkalı” agresif bir endüstriye dönüştü. İşte modern tıbbın karanlık yüzüne yolculuk tam da bu dönüşümün hikâyesi aslında.

The New Yorker ve The Atlantic Monthly’de yazan, tıp doktoru ve biyoetik uzmanı Carl Elliott, bizi davet ettiği bu yolculukta, eski usul hekimlik anlayışını, tüketim kapitalizmine feda eden sosyoekonomik değişimi, karanlığa katkı sunan aktörleri deşifre ediyor. Mesela ilaç üreticileri için “bilimsel” makaleler kaleme alan yazarlar, yani ilaç firmalarının sözünden çıkmayan hayaletler! Hekimleri armağana boğma yarışında, satış kotasını tutturmak için elinden geleni ardına koymayan tıbbi satış mümessilleri, tıp camiasını son gelişmeler konusunda bilgilendirmek için dünyayı gezen “fikir liderleri”, ticarileşmiş tıbbın endüstri desteğiyle sunduğu bütün nimetlerin denetiminden sorumlu olan etik uzmanları… Ve profesyonel kobaylık müessesesi… Hepsi aydınlığın etrafına birer tuğla koyarak karartıyor ortamı.

Carl Elliott ise küçük bir kibrit çakıyor ve kurumsallaşmış olduğu için artık hiç kimsenin bir sorun olarak algılamadığı “aldatma kültürü”nü keşfe çıkıyor. Elliott, insanı derinden sarsan öyküleri ve renkli karakterleri bir sıçrama tahtası olarak kullanıp, para etrafında dönen önemli etik sorunların kökenini araştırıyor. Acaba alınıp satılmaması gereken bazı şeyler olabilir mi? İş etiği hangi açılardan tıp etiği ile çatışır? Ve tıp alanındaki tüketim kültüründe ters giden nedir? Elliott bu soruları sorarken, ister istemez neşterini dokunduruveriyor!

O neşterin dokunduğu tıbbın yumuşak karnından ortaya saçılanları okuduğunuzda siz de çok şaşıracaksınız!

Kitabın içinde ne var?

ÖNSÖZ – Uzm. Dr. Yavuz Dizdar

BİRİNCİ BÖLÜM – Kobaylar

İKİNCİ BÖLÜM – Hayaletler

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM – Tanıtım Elemanları

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM – Kanaat Önderleri

BEŞİNCİ BÖLÜM – Basın Sözcüleri

ALTINCI BÖLÜM – Biyoetik Uzmanları

Kitabın özeti:

Bir hekim ve etik uzmanı olan Carl Elliott, “Beyaz Önlük Siyah Şapka” adlı kitabında, tıp dünyasına eleştirel gözle farklı cephelerden bakıyor. İlaç araştırmalarında denek olarak kullanılan kobayların cephesinden, kimi düzmece olan bilimsel makaleleri kaleme alan hayalet yazarların cephesinden, doktorları belirli ilaçları reçeteye yazmaları için manipüle etmeye çalışan tıbbi satış mümessillerinin cephesinden, tıp etiğini meslek edinen ancak endüstrinin maşasına dönüşebilen biyoetik uzmanlarının cephesinden…

Elliott, kendilerine bir tür geçim kaynağı yaratmak için ilaç çalışmalarına katılan profesyonel deneklerin, yani kobayların tecrübelerinden sunduğu kesitlerde bir yandan kobaylık müessesesinin etik yönünü sorgularken, diğer taraftan peş peşe ilaç çalışmalarına katılan kobaylarla yürütülen bu araştırmaların bilimselliğinin ne denli su götürür olduğunu gözler önüne seriyor.

Elliott, eskiden tıp fakültelerinde ya da eğitim hastanelerinde yürütülen ilaç çalışmalarının, ilaç firmaları tarafından özel sektöre nasıl kaydırıldığını anlatırken, bu değişimin sonucunda türeyen sözleşmeli araştırma kuruluşlarının, ilaç geliştirme sürecinin her aşamasında ürünün arkasını nasıl kolladığını, ilacın hızla onay alabilmesi için yapılanları ve bu arada görmezden gelinenleri, hasıraltı edilen bilgileri, kurumsal inceleme kurullarının bu süreçteki rolünü deşifre ediyor. Yazar, hekim sorumluluğu ile endüstri arasındaki çıkar çatışmalarının ne denli tehlikeli olabileceğini vurgularken, geçmişte ilaç firmalarından bazılarına karşı açılan hukuk davalarından da çarpıcı örnekler veriyor.

Elliott’ın örneklerle irdelediği bir başka konuysa, kanıta dayalı tıbbın temelini oluşturan klinik araştırmalar ve bu araştırmaların yazılı metne dönüştürülmesiyle hazırlanan bilimsel dergilerde yayımlanan makaleler. Tıp yayıncılığı sektörünü de masaya yatıran Carl Elliott’ın sorguladığı konulardan bir başkası, hekimlerin hastalarına uyguladığı tedavileri yönlendiren bilimsel makalelerin güvenilirliği.

“İlaç pazarlamasının çoğunlukla pazarlama gibi gözükmemesi gerektiği düşünülür” diyor Carl Elliott. “Hekimler, reklâmlara değil, deneysel kanıtlara dayanarak ilaç yazdıkları konusunda ısrar ederler (hastalar da buna inanmak ister). Bu nedenle, ta başından beri ilaç üreticileri pazarlama araçlarını deneysel kanıt sunan araçlara olabildiğince yakın bir kılıkta tasarlamaya çalışmışlardır: Tıbbi dergiler, bilimsel makaleler, özetler, sempozyumlar, konferanslar, slayt gösterileri ve yuvarlak masa toplantıları.”

O halde büyük ölçüde ilaç endüstrisinin güdümünde hazırlanan, son derece bilimselmiş gibi görünen bu ayrıntılı senaryoya ne kadar güvenebiliriz? Bir başka deyişle, finansal çıkarların her şeyin üzerinde olduğu bir alanda at koşturan ilaç firmalarının arasında hastaların çıkarlarını ön planda tutmakla yükümlü olan doktorlar da, yine ilaç endüstrisinin desteğiyle yapılan çalışmalara, yayımlanan makalelere, yapılan toplantılara göre karar veriyorlarsa, verdikleri kararların gerçekten de hastaların çıkarını gözettiği iddia edilebilir mi? Dahası, tıp profesyonelleri bu aldatmacanın ne kadar farkında?

Yazar, ilaç endüstrisiyle tıp dünyası arasındaki çetrefilli çıkar ilişkilerine dikkat çekerken, bu ilişkilerde önemli rol üstlenen iki grubun etkisini özellikle inceliyor. Bunlardan birincisi, ilaçların satışından sorumlu olan tıbbi satış mümessilleri, yani endüstriyle doktorlar arasındaki ana iletişim kanalını oluşturan ve satışından sorumlu oldukları ilacın kotasını tutturmak için didinip duran firma temsilcileri. Diğeri ise, kendi alanlarındaki son gelişmeleri meslektaşlarına duyurmak üzere toplantıdan toplantıya koşturan ve hayalet yazarların hazırladığı makalelerin altına kendi imzasını koyan kanaat önderleri.

Sonuç olarak Carl Elliott’ın anlattıkları, aslında toplumun herhangi bir kesimini değil, hepimizi ilgilendiriyor. Sağlık hizmetlerinden faydalanan/faydalanamayan vatandaşları, hastaları, potansiyel hasta adayları olan sağlıklı nüfusu… Sağlık sektöründe çalışan tüm profesyonelleri, şu anda tıp fakültelerinde öğrenci olup da birkaç yıl sonra hastaların sorumluluğunu üstlenecek olan doktor adaylarını, meslek örgütlerini… İlaç firmalarının CEO’dan medikal müdüre, ürün müdüründen tıbbi satış mümessilline varana dek bütün çalışanlarını… Sağlık muhabirlerini, tıp yayıncılığıyla uğraşanları… Elliott her ne kadar Birleşik Devletler’deki çığırından çıkmış sağlık sisteminin genel bir resmini çiziyor gibi görünse de, aslında tüketim kapitalizminin sağlık sistemini nasıl ele geçirmiş olduğunu anlatıyor kitabında; dolayısıyla verdiği örnekler Birleşik Devletlerle sınırlı değil, küreselleştiği ve sermayenin esiri olduğu ölçüde kirlenmiş sağlık sisteminin parçası olan bütün ülkelerle ilgili.

 Olağan Şüpheliler (The Usual Suspects*)

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nden 1988’de mezun olduğumda, ilaç endüstrisinin hayatımı bu kadar derinden etkileyebileceğini kuşkusuz ben de bilemezdim. İlk görev yerim o zamanlar Siirt’e bağlı olan Batman’ın İki Numaralı Sağlık Ocağı’ydı. İki katlı küçük bina şehrin göçer mahallesi tarafında kalıyordu, koyun ahırlarıyla bezeli yol alabildiğine tezek kokardı. O yıl kış olağandan çok daha sert geçmişti, karla kaplı yolda, yakın mahallelerden gelen hastalar ve arada bir gelip varlığımızı kontrol eden kaymakam dışında ocağı düzenli ziyaret edenler sadece ilaç firmalarının temsilcileriydi.

Çalışma arkadaşım ve sonrasında yakın dostum Dr. Ferit Ortakaya ile ikinci kattaki doktor odasında sohbet ederken, o aslında pek araba uğramayan ocağa yaklaşan aracı daha sesinden anlar, cama yanaşır, “Pfizer geliyor ya da Roche’çular geliyor” derdi. Ben o zaman ilaç firmalarına fazla aşina değildim, ancak Pfizer kendi adıyla anılırken, Roche’un neden Roche’çular olarak adlandırıldığını anlamazdım, anlaşılan firmaların bıraktıkları izlenim de farklıydı. Ferit sanki ilaç firmasından farklı bir şeyi, bir entegre düzeni ifade ederdi bu nitelemesiyle. Mamafih ilaç firmaları en azından kalem, not defteri, numune ve iki kelam sohbet demekti. Eşantiyonları çalışanlara, numuneleri de ihtiyacı olan hastalara dağıtırdık. “Ortaya pasta” modeli bir tanıtım zihniyeti henüz oluşmamıştı ya da ben görmemiştim. Buna karşılık 100 Sefazol reçetesine bir yemek takımı geldiğini duyardım.

Batman’da bir yıla yakın kaldım, musluk sularının bile donduğu bir kıştı, kalan bütün zamanı Tıpta Uzmanlık Sınavı’na (TUS) çalışmakla geçirdim. Bir sonraki durağım mezun olduğum fakültenin Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı oldu. İlaç geliştirilmesi kuşkusuz bir tıp disiplini olarak iyi bir bölümdü, ancak ilginç olan, bir polikliniği bile bulunan bu anabilim dalına ilaç endüstrisinin aşırı ilgisizliğiydi, yani bizimle pek işleri yoktu. Tıbbi kongreler içinde kendi kaynaklarınızla gitmek zorunda kaldığınız mesleki toplantıların başında da farmakoloji kongreleri gelir.

Ama benim ilaç endüstrisinin kongreler üzerindeki etkisini gözlemleme şansım Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Enver Tali Çetin’in başlattığı Antibiyotik ve Kemoterapi (ANKEM) Kongreleri ile oldu. ANKEM Kongreleri mikrobiyoloji ve antimikrobiyel kemoterapinin doruk noktasıydı. İlaç endüstrisinden destek alınması her ne kadar kaçınılmaz olsa da, kongrede aktif çalışan ekip, öğrenciler ve anabilim dalı başta olmak üzere fakültenin çalışanlarıydı. O zamanlar akademinin “anahtar teslimi” kongre alışkanlığı henüz oluşmamıştı, kongre düzenlemek isteyen kurum programı hazırladıktan sonra sponsor bulmak için kendisi uğraşırdı. İlaç endüstrisinin kongre içindeki ağırlığı da bu nedenle belli bir dereceyi geçemezdi, Enver Tali zaten daha fazlasına asla müsaade etmezdi, “seviyeli bir birliktelik” idi yaşanan.

Zaman geçiyor, ben de endüstrinin çalışma prensiplerini yavaş yavaş kavrıyordum. Karşımda olağanüstü eğitimli bir satış ekibi söz konusuydu. Firmanın ekibine henüz yeni katılmış olan bir arkadaş bir gün farmakolojide beni ziyaret ettiğinde, kısa sohbetimizde benim de onun tanıma şansım oldu. Ülkenin en iyi eğitim kurumlarından mezundu, doğrusu bu kadar eğitimli birinin neden satış temsilcisi olarak alan çalışmasına gönderildiğini anlayamadığımı söyleyince, “aslında merkez ofiste çalışmak için alındığını, sadece işin ne olduğunu öğrenmesi için sahaya çıktığını” belirtmişti. Nitekim birkaç ay içerisinde merkeze döndü, sonraki durağı ise New York’taki “Headquarter (karargah)” oldu. Buna karşılık sektördeki kariyerinde herkes aynı standart seyri izlemedi. Âşık olduğu kızdan asla ayrı kalamadığı teneffüslerden hatırladığım bir lise arkadaşım örneğin, ANKEM’deki karşılaşmamızda başkalaşmış görünüyordu.

Tom Cruise’u aratmayacak bir fizyonomi, aşırı zekâ ve eğitimle birleştiğinde hasar verici (destrüktif) olabiliyor. O ne kadar farkındaydı bilemiyorum, kendi iş arkadaşlarına bile “küçük böcekler” olarak bakabileceğini düşündürmüştü bana iki gün içinde. Akşam bile güneş gözlüğüyle saklamak zorunluluğunu hissettiği gözlerindeydi belki de zaafı, hoca yalakalığı yapmayacak kadar dürüsttü en azından. O da “Headquarter”a gitti bir yıl sonra. Ertesi yıl bir başka küçük şirketin “Vice President” koltuğuna yerleştiğini duyduğumda pek şaşırmamıştım, bizim coğrafyadaki yaş dağılımıyla uyuşmazdı ama, ne yapalım, adam gerçekten iyiydi. Eski şirketi yenisini bir yıl sonra satın aldığında “Mission Impossible” da olasılıkla öngörüldüğü gibi tamamlanmıştı.

Endüstri ile tanışmamın üçüncü boyutu ise Dünya gazetesinde sağlık ekonomisi yazmaya başlamam sonrasında gelişti, bu aynı zamanda temel kırılma noktalarının da başlangıcıdır. Artık ilaç tanıtım toplantılarına medya mensubu olarak katılıyordum. Yeni çıkan bir ilacın satılmasının en iyi yolu ilacı hastanın talep etmesidir. Zaten doktorlar da giderek daha az okur olmuşlardı, tıptaki temel gelişmelerden bilimsel yayınlardan değil gazetelerden, o da okurlarsa haberdarlardı.

İlaç endüstrisinin durumu fark etmesi elbette uzun bir zaman almadı, üstelik bu bir taşla iki kuş demekti. Lakin sağlık harcamalarının da bu duruma paralel arttığını gören düzenleyici otorite, “kanıta dayalı tıp” kavramını dayatmakta gecikmedi. Fakat bu bekleneni vermedi, bu kitabın başlığının bir parçası olan siyah şapkalılık ağır bastı, endüstri yeni duruma kolaylıkla adapte oldu. İlaç endüstrisi hele hele benim gibi fazlasıyla içinden gelen birini asla şaşırtmadı. Bu kitabın yazarı Carl Elliott gibi, ben de onları çoğunlukla hayranlıkla izledim.

Batı akademisinin kâğıttan kuleleri hiç yoktan kurulmadı

İlaç endüstrisi bugün için tıbbın lokomotifi görevini üstendiyse, bu onun başarısının yanı sıra, Batı tıp akademisinin hastalıkların nedenlerinin anlaşılması ve önlenmesindeki başarısızlığının da doğal bir sonucudur. Endüstri endüstridir, hastalar da hasta, endüstri onların “karşılık bulamamış gereksinimlerine” ilaçla çözümler üretiyorsa, bunda şaşırılacak bir şey olmamalı. Buradaki esas eksik Batı akademisinin hastalıkların nedenlerinin anlaşılması konusundaki olağanüstü cehaleti ve ataletidir.

Buna karşılık çok hızlı serpilen bir endüstrinin doğurduğu esas ürün ilaçlar değil, tıbbi kongre turizmi oldu. Enver Tali Çetin benzeri hocaları çoktan yitirmiştik, kongreler de bilimsel ortamdan çok, yeni tıp endüstrisinin panayır alanına dönüşmüşlerdi. Çok değil yirmi yıl önce Amerikan kongrelerine katılmak sıradışı bir durumdu. Bir dönem geldi, artık bu kongrelere katılmak yıllık bilimsel turizm etkinliğinin standart bir parçası oldu, “katılsınlar” emri çok çok yukardan aşağı düşmüştü çünkü.

Bugün bütün eli kalem tutan (reçete ve etki gücü olan anlamında) doktor takımının beyinleri, götürüldükleri Amerikan ve Avrupa kongrelerinde bir güzel yıkanır, götürülemeyenler için yerel “update” (güncelleme) toplantıları düzenlenir. Oysa bu kongrelerin çoğu bilimsel toplantı alanları bile değildir. Bunlar bir cins fuar (“fair” ya da “marketplace”) ya da panayır özelliği taşırlar. Dünyanın her yerinden gelen 10 bin ila 30 bin doktor tek mekânda buluşur, tartışma yoktur, sadece anlatan konuşur. Bir futbol sahası büyüklüğündeki salonlarda düzenlenen “preliminary section”larla verilmek istenen mesajlar seçilerek sunulur. Onlara “p değeri” denen ve istatistiksel anlamlılık zeminine kurulan sonuçlar yedirilir, akşam ikram edilen şık yemekler ise sindirim takviyesine yarar.

TUS belasına, klinikten ve hastadan uzak (yani çok eksik yetiştirdiğimiz) doktorlar, verilen bilgileri analiz etmekten aciz olduğundan, hata üstüne hata gelmeye başladı. Tanı koymak bile mümkün değildi; klasör yüküyle kan tetkiki, MR, BT, nafile masraf… Milliyet gazetesinden meslektaşım Metin Münir haklıdır (1), “yakıştırarak” yapılan tedaviler, aslında israf… Çünkü sorun bir rastlantı değil, doğrudan “deniz çekilmesiydi”. Kurulan “moderen” hastanelere istendiği kadar “robotik cerrahi sistemi, nokta atışlı kanser tedavisi cihazları vs.” yerleştirilsin, kategorize edici tıp emperyalizmine karşı iyi eğitimli doktorlar olmadığı sürece, kumdan kaleler yükseliyordu. Ve ben de aynen yazdım: “Deniz çekilmesi olduğunda, susuzluktan kuruyan kumdan kaleler dağılır gider birer birer. İşte dağılan o kum en büyük medeniyetlerin bile üstünü örter” (2).

Çünkü Amerikan tarzı “sadece kanıta dayalı” tıp bilimi anlayışı, hekimliği meslek ve sanat olmaktan çıkarıp, yayın sayısı, TUS puanı, yeterlilik sınavı gibi bir takım rakamsal değerlere bağladı. Böylelikle akademik yükseltme denen doçentlik ve profesörlük kavramları doğrudan ve sadece bilimsel yayın sayısıyla ilişkilendirildi. İşte bunlar “akademinin düşmanlarıydı” (3). Bu “gerçek değil”, “kâğıttan bilim”di; ilimi, bilimi ve tıbbı “yayın puanı ve kongre katılım sertifikası”na, hastayı ise “klinik araştırma dosyası” indirgeyenler, kendi akademik hiyerarşilerini yarattılar. Bu kez şu notu düştüm: “Tufan gelince kalın kuşe kâğıttan profesörler, kaçalım diye katlayıp kayık yapsanız bile birer birer, su çekip batar gider. İşte onlar Yenikapı Batıkları gibidir, çok geçmez, çamur da üstlerini örter (4).

Tıbbın beyaza bürünmüş karanlık yüzü: Doktorlar

Benim ilaç endüstrisiyle hiçbir zaman profesyonel bir ilişkim olmadı. Toplantı izlemeye gittiğimiz iki kişilik yolculuklarda bile yemek listesinden fiyatı en makulünü seçmek konusunda hep ısrarlı oldum. Çalıştığım enstitüye ziyarete gelen satış temsilcilerini de hep sevgiyle karşıladım. Amerika’da nasıldır görmedim, ancak bizimkilerin insani vasıflarının gerçekten yüksek olduğunu bilirim.

Reprezant, ‘rep’ denmesini ben hakaret olarak algılarım, ilaç firması temsilciliği bizim coğrafyamızda bir iş değil yaşam tarzı olarak değerlendirilmelidir. Hoca kaprisi denen kavram şahsi yetersizlikle doğru orantılı seyrettiğinden, hele hele insanlık vasfının azaldığı bir dünyada, beyazın en önce kirlenmesini artık yadırgamıyorum. İlaç endüstrisi temsilcisi arkadaşlarımı kapılarında bekletirken bilmem hangi dürtüdür duygularını besleyen; ama o dürtünün verilen her küçük hediyede bile o garip “adam yerine konma” hazzını pekiştirdiğine eminim.

Kaleme ya da masa takvimine endekslenmiş bir mutluluk duygusu da küçük ama yine de insani bir şeydir. Tek sorun aynı insani dürtülerin “bağımlılık” da yaratabilecek olmasıdır. Bu kuşkusuz gizli bir işbirliği de değildir, sadece kavramların istemeden karıştırılmasına karşılık gelir, çünkü  “önemsenmek” zehirlenmesine uğramış bir doktorun o bağımlılıktan kurtulma şansı çok zayıftır.

Bugün endüstriyle ilişkilerim belli sınırlar içerisinde de olsa elbette devam ediyor. Endüstrinin bu kitapta anlatılandan çok daha fazlasını yapabileceğine eminim, çünkü bir yerde beni de onlar yetiştirdi, ama ben mesleğim gereği kendi “bağlantısızlık sözleşmeme” sadık kalmak zorundaydım. Ayrışma noktasına düştüysek bunun nedeni, endüstrinin  dirayetini ve çalışanlarına olan sadakatini de yitirmiş olmasıdır. 2010 yılbaşı öncesiydi, TÜSİAD’cılar fıkır fıkırdı, televizyonda da “işliyor makineler tıkır tıkır” diye reklamları dönüyordu. İkinci kırılma noktam ekonomik yaptırımlar karşısında “yekvücut” hareket edemedikleri gibi, çalıştırdıkları beyaz yakalıları mevsimlik işçi mantığıyla feda edebilmeleri oldu.

Endüstriden “ilaç üreten ve satan insanlar” olarak kazançlarından yüksünmelerini asla beklemedim. Hastalıkların “promosyonu”nu da yapabilirler, ama önlenmesinden hiç sorumlu değillerdir, sadece tedavi seçeneği sunarlar. Fakat mesele ilaç pazarlaması olduğunda doktorların çoğu zaten oltaya gelmeye dünden razıdır ve mesleklerini iyi bilmiyorlarsa zaten mecbur küçük balıklardır.

Onları alırsınız, yapmanız gereken şey ihtiyaçlarını karşılamak bile değil, sadece egolarını okşamaktır. Çünkü doktorlar kedilere benzemez, egolarının okşanması onlar için temel dürtü olabilir. Alır kongrelere götürür, çalışmalarını, derneklerini desteklersiniz. Üstelik bilirsiniz, aslında çalışmaları falan da yoktur, ancak doçentlik dosyalarının ve performans girdilerinin yayına ihtiyacı vardır, siz sadece bunu kolaylaştırırsınız.

Hastanın muayene bulgularını dosyasına kaydedecek kadar bile zaman ayırmayan “yoğun” doktorların bu kadar detaylı CRF’leri (clinical research file, klinik araştırma dosyası) doldurmaları zaten beklenmemelidir, zekâ fazlasının en büyük ayak bağı da, bu tür bürokratik işleri tamamlayamayacak kadar tez canlı olunmasıdır. Doktorların bu yoğunluk durumu elbette yine ilaç endüstrisinin katkılarıyla giderilir.

Yeterince emek verirseniz, doktorlar kısa süre içerisinde endüstriye sonuna dek bağlı neferler haline dönüşürler. Sonra onların daha iyilerini kongrelerdeki satellit sempozyumlarda ya da eğitim toplantılarında konuşmacı haline getirirsiniz. Onların daha prezantabıl olanlarından “Hürmüz Abi” benzeri fikir liderleri geliştirirsiniz, gerçek Ar-Ge budur (5). Çünkü bilgi ve bilincin azaldığı ortamda sürü psikolojisi oluşması son derece normaldir, fikir öncüleri de zaten bu ortamda belirir. İhtiyaçları olan ekonomik gücü meslek derneklerini destekleyerek kolaylıkla aktarabilirsiniz.

İlaç endüstrisi kendine pazar oluştururken, muayenehane sahibi fikir öncüsünün de kendine pazar oluşturması garipsenemez. Herkesin uzak coğrafyadaki toplantıya götürülememesi sorunu da “update” (güncelleme) toplantılarıyla yerel olarak çözülür. Nihayetinde bu bir “bizınıs” (business) meselesidir. Kongreler kısa sürede bilimsel tartışma mekânları olmaktan çıkıp, bayi toplantılarına dönüştüklerinde aslında sizin de çok fazla tartışacak bir şeyiniz kalmamıştır, üstelik doktorlar tarafından oluşturulan gönüllü ve güvenli bir savunma duvarınız vardır artık.

O nedenle rahatlıkla söyleyebiliyorum, hatalı gitmekte olan bir şeyler söz konusuysa endüstri bunun, maddeten büyük görünse de, fiilen sadece küçük bir bileşenidir. TUS’ta başarılı olacağım diye hekimlik vasfını hiç kazanamayacak doktorlarla başlayan yeni tıp düzeni, bilgi yetersizliğini kapatabilecek temaşaya gereksinim duyar. Endüstri sadece bunu, ama mutlaka oyunun kurallarına uyarak yapar. Etikçiler kendilerini de sorgularken, tıbbın artık tamamen bir “bizınıs” konumuna düştüğünü asla göz ardı etmemelidir. Zaten bu coğrafyada “bizınıs” Bizans’ı çağrıştırır, kavramı herkes ziyadesiyle iyi bilir.

O yüzden endüstri temsilcisi arkadaşlarımızdan artık bizi ziyarete geldiklerinde istediğim tek şey, sahip oldukları insani samimiyetlerini “satış becerileriyle” maskelememeleridir. Rocheçular, Pfizer, MSD, Novartis, Bayer, Lilly, Sanofi ve diğerleri, onlar hep bildiğim ve çok sevdiğim olağan şüphelilerdir.

Uzm. Dr. Yavuz Dizdar

Kaynaklar

  1. Münir M. “Psikiyatrinin uydurma hastalıkları”. Milliyet gazetesi, 14.09.2011.
  2. Dizdar Y. “Sağlık konusunda vardığımız nokta: Deniz çekilmesi ve kumdan kaleler”. Dünya gazetesi, Sağlık ve Ekonomi, 10.02.2010.
  3. Lindsay Waters (Harvard Üniversitesi Yayınları beşeri bilimler yayın yönetmeni). Akademinin Düşmanları, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2009.
  4. Dizdar Y. “Tıp akademisinde vardığımız nokta: TUS tufanı ve kâğıttan profesörler”. Dünya gazetesi, Sağlık ve Ekonomi, 17.02.2010.
  5. Üresin Y. “Fikir Lideri”. Kış İkindisi, 2010.

* The Usual Suspects: Bryan Singer’ın yönettiği, 1995 ABD yapımı film. Beşi de birbirinden yetenekli ve kendi alanlarında uzman sabıkalı, basit bir kaçırma olayından sonra gözaltına alındıklarında hiçbiri olaya bir anlam veremeden boş gözlerle birbirlerine bakmaktadır. Hikâyeyi araştıran ajan David Kujan Kaliforniya San Pedro Limanı’nda 27 kişinin ölümü ile sonuçlanan gizemli patlama ile bu beş kişinin bağlantısı olduğunu varsaymaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz