Hükümetler Soykırım Suçu İşliyor

0
878

Birçok ülkede insanların hayatını karartan ve sonunda yasaklanan GDO, Türkiye’de Biyogüvenlik Yasa Tasarısı ile gündeme geliyor!

Peki dünyada bu yasayı ilk kim çıkardı?

Hükümetler nasıl soykırım suçu işliyor?

Bültenimizin bu sayısında konu ile ilgili Yeni Aktüel ve İyibilgi özel’de yayınlanan birbirine bağlantılı iki yazıyı yayınlıyoruz.

Kendi geleceğimiz ve çocuklarımız için mutlaka okuyunuz.

‘Hükümetler Soykırım Suçu İşliyor’

Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan zararlarından dolayı ekimi ve tüketimi yasaklanmış, Amerika’da topluma verdiği hasarları kanıtlanmış olan GDO (Genetiği Değişirilmiş Organizmalar) yine o ülkelerin büyük şirketleri tarafından Türkiye’ye sokulmaya çalışılıyor. Ülkeleri ticari oyunlarla transgenik ürün ekmeye zorlayan güçler Türkiye’de de bu oyunu yasalaştırmak istiyorlar. Başbakanlıkta bekleyen Biyogüvenlik Yasa Tasarısı onaylanırsa Türkiye hem toplumsal hem de ekolojik olarak çok büyük sorunlarla karşılaşabilir!

İşte belgelerle GDO’ların dünyaya verdiği zararlar!

GDO’yu ilk yasalaştıran baba Bush

Irak’ı bombalamaya başladıktan üç ay sonra, Mayıs 2003’te Başkan Bush GDO’ların stratejik bir konu olarak ABD’nin savaş sonrası dış politikasının önceliği olduğunu vurgularken belki de nadir doğrularından birini söylüyordu. 1970’lerin sonunda başlayan bitkilerin genetik olarak değiştirilmesiyle ilgili çalışmalar 80’lerde düzenleyici hiçbir yasa olmadan hızlandı. Ana aktörse Başkan Yardımcısı “Baba Bush”tu; 1988’de başkan olduğunda da, ABD’de GDO üreten şirketlere serbestlik tanıdı. Pandora’nın kutusu açılırken, bilim adamları uyarıyordu. Bunlara kulak tıkayan Başkan Bush 1992’de noktayı koydu: “Genetiği değiştirilmiş (GD) mısır, soya fasulyesi, pirinç ya da pamuk gibi bitki ve yiyecekler ‘büyük ölçüde’ doğal olanlara denktir!”

GDO piyasasında başrolde hep Monsanto var!

ABD yönetimiyle sıkı bağlantıları olan Monsanto şirketinin piyasaya giren ilk patentli GDO ürünü “rBGH” yani büyüme hormonu içeren süt oldu. Monsanto’nun iddiasına göre rBGH enjekte edilen inekler yüzde 30 daha fazla süt üretecekti. Geçimini bundan kazanan çiftçiler için azımsanmayacak miktardı bu. Üstelik Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) bu sütün sağlıklı olduğunu açıklamıştı.

Fakat çiftçi ve tüketicilerin bilmediği, bu hormonun inekte IGF-1 adı verilen başka bir hormonu da arttırdığıydı. Bilim adamları hayvanlarda insülin benzeri bu büyüme faktörünün (IGF-1 ) artmasının kansere yol açabileceği söylüyordu. Zamanla ineklerin sağlığı bozulmaya başladı. Yürümekte bile zorlanan bu hayvanları iyileştirmek içinse daha fazla antibiyotik verildi. 1990’ların sonunda antibiyotik kullanıcılarının yüzde 70’i artık hayvanlardı! Ve tabii et ve süt tüketen insanlar da antibiyotiğe dirençliydi artık.

1991’de FDA’da GDO’larla ilgili politikaları belirlemek üzere yeni bir birim kuruldu. Kurumun başındaki Michael R. Taylor’a göre GDO’lu ürünlerin etiketlenmesine gerek yoktu. Taylor daha sonra Monsanto’nun başkan yardımcısı oldu. 1994’te FDA, bu sütün “etiketlenmeden” satışını onayladı. rBGH’nin insan üzerindeki etkileriyle ilgili hiçbir test yapılmamıştı. Bilim en az iki yıl süren testler öngörürken, farelerde bile sadece 90 gün test edilmişti. Tüketici, farelerde lösemi ve tümörlere yol açan madde içeren kanserojen bir besin tükettiğini bilmiyordu! Ve FDA, Monsanto’ya “tamiri mümkün olmayan zarar” vereceği gerekçesiyle hükümet dışında kimsenin bu testin sonuçlarını görmesine izin vermedi.

Oysa Kanadalı bilim adamları yaptıkları araştırmayla bu sütün insanlarda göğüs ve prostat kanserine yol açacağını açıkladı. Süt, 1999’da Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yasaklandı. Kanada CBC televizyonunun iddiasına göre Monsanto yetkilisi rBGH’nin araştırılmadan satışı için Kanada sağlık yetkililerinden birine 1–2 milyon dolar rüşvet teklif etmişti. 1998’de FOX TV, rBGH skandalıyla ilgili bir dosya hazırladı fakat Monsanto’nun baskısı nedeniyle hiç yayımlayamadı. Hazırlayanlarsa kovuldu.

Peki bilim adamlarının uyarılarına rağmen, ABD yönetiminin başta kendi halkı olmak üzere, tüm dünyayı riske atmasının nedeni neydi?

Yeşil Devrim

Öte yandan, 1947’de Nelson Rockefeller’in kurduğu Uluslararası Temel Ekonomi Ortaklığı (IBEC) ve dev tarım şirketlerinden Cargill melez mısır tohum çeşitlerini üretmeye başladı. Melez tohumların kendine has kimyasallara, gübrelere ve makinelere ihtiyacı vardı. Bunların satışı da ABD’li tarım şirketlerinin kontrolündeydi. O sıralar amacı modern tarım yöntemlerini uygulayarak ürünü arttırmak ve açlığı azaltmak olan “Yeşil Devrim” Meksika’dan başlayarak, tüm Latin Amerika’ya, ardından da Hindistan ve Asya’ya yayılıyordu.

Yeşil Devrim’in en önemli sonuçlarıysa; zirai zararlılara karşı bağışıklık için kullanılan yeni tür pestisitlerin insan sağlığına olumsuz etkileri, melez türlerin toprağı bozması ve ürünün azalması idi! Ürünü azalan çiftçiler, üreme kapasitesi düşük olan melez tohumları her yıl yeniden almak zorunda kaldı. ‘Devrim’e büyük sulama projeleri eşlik etti. Dünya Bankası yeni barajlar için borçlar verdi; ülkeler borç batağına sürüklendi. İşlerini kaybeden çiftçilerse ABD şirketleri için ucuz işgücüne dönüştü.

1990’lara gelindiğinde “açlıkla mücadeleye kararlı” ABD eliti bu kez de dünyada 2,5 milyar insanın ana besin kaynağı olan pirince göz dikmişti. Filipinler merkezli Rockefeller kuruluşu Uluslararası Pirinç Araştırma Enstitüsü (IRRI) Asya’daki bütün önemli pirinç türlerini depoluyordu. İşte o tohumların dörtte üçü Monsanto ve diğer dev şirketlerin laboratuarlarında genetik olarak değiştirildi ve patentlendi!

Bu çalışmalardan birinin mahsulü “Altın Pirinç” olarak anılıyor. Vücutta A vitamini üreten beta-karoten, pirince turuncu rengini veriyordu. A vitaminli pirinç Asya’da kötü beslenen çocuklara sözde ilaç olacaktı. Hatta Bill Clinton, 1999’da “Altın Pirinç, günde 4 bin kişinin hayatını kurtarabilir” diyordu. Söylenmeyense A vitamininin “hipervitaminoz”a yani A vitamini zehirlenmesine yol açabileceğiydi. Bu da beyin dâhil pek çok organa zarar veriyordu. İsviçreli Syngenta ve ABD’li Monsanto bu pirinci patentledi. Eski bir Syngenta çalışanı Steven Smith, Haziran 2003’teki ölümünden önce şunları söylüyordu: “Size GDO’nun dünyayı besleyeceğini söyleyenlere öyle olmadığını söyleyin. Dünyayı beslemek siyasi ve ekonomik niyet ister, sadece üretim ve dağıtım değil.”

Soya cumhuriyetleri

Artık sıra genetik olarak değiştirilmiş tohumların test edilmesine gelmişti. Bunun için de “arka bahçe” kullanıldı. Önce Arjantin, ardından Meksika, Brezilya ve Paraguay.

Arjantin’de 1989’da devlet başkanı olan ABD destekli Carlos Menem’in ekonomik programı Rockefeller ailesi tarafından ABD’de yazıldı ve böylece korumacı piyasanın yerini ithalat rejimi aldı. Arjantin’in borçlarını kapatması için tek çare ise GD soya fasulyesi yetiştirmekti. 1991’de 569 tarla GD mısır, ayçiçeği, pamuk, buğday ve özellikle soya ekimine ayrıldı. 1996’da Monsanto Arjantin’de Roundup Ready (RR) soya fasulyesi tohumlarının dağıtım lisansını aldı. Ve her şey böyle başladı.

GD soya daha az insan gücü gerektiriyordu. Çoğu çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kaldı. 2004’e gelindiğinde artık 14 milyon hektar GD soya ekiliydi. Arjantin’in tarımsal çeşitliliği de yok olmuş; 10 yıldan kısa bir sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüştü. Arjantinli bilim adamı Walter Pengue “Bu yolda gidersek 50 yıl sonra hiçbir şey yetiştiremeyeceğiz” diyordu. Tohum saklama geleneği sona erdirilen çiftçiler, her yıl Monsanto’dan yeni tohum alırken satıştan da kâr payı ya da vergi ödüyorlardı.

Soya dışında kendi gıdasını yetiştiremez durumda kalan Arjantin 2002’deki ekonomik krize de savunmasız yakalandı. Açlık başladı. Ayaklanmalarından korkan hükümet, Monsanto ve soya kullanan ünlü markalar bedava yiyecek dağıtmaya başladı. Arjantinliler artık taze meyve, et, süt, yumurtadan oluşan beslenme biçimlerini soyaya teslim etmişti.

Hükümet, soyadan alınan proteinin etin yerine geçebileceği yönünde propagandaya başladı. Fakat araştırmalar soya sütüyle beslenen bebeklerin daha alerjik olduğunu saptadı. Hatta Rus Bilimler Akdemisi’nden Dr. Irina Ermakova GD soyayla beslenen dişi ve erkeklerden doğan bebek farelerin üç hafta içinde öldüğünü söylüyordu. Arjantinliler’e söylenmeyen başka bir gerçek de tek yönlü beslenme biçimi olduğunda soyanın kansere varan zararları olduğuydu.

Bölgedeki hayvanlar ölüyor, insanlarda da tiroit, solunum sistemi bozuklukları, akciğer ödemleri, deri hastalıkları gelişiyordu. Hatta hormon bozuklukları yüzünden bazı kız çocukları üç yaşında regl olmaya başladı. Soya tarlalarının yakınında yaşayanlar her gübrelemeden sonra şiddetli migren, göz yaşarması, mide bulantısı, eklem ağrıları yaşıyordu. Havadan yapılan ilaçlama yüzünden Arjantin’de Monsanto soyası dışında başka bir şey yetişmez oldu.

“Le Monde Selon Monsanto” (Monsanto’ya Göre Dünya) isimli belgeseli ve kitabı şu sıralar Fransa’da en çok okunanlar listesinde birinci sırada olan Marie-Monique Robin’in Arjantin’in Pampa bölgesiyle ilgili gözlemleri de tabloyu netleştiriyor. Mısır, buğday, hintdarısı, yağlı tohumlar, ayçiçeği, yer fıstığı, soya, sebze ve meyve yetiştirilen bu bölge, nüfusunun 10 katına yetecek kadar üretim yapıyor ve ihraç ediyordu. Taa ki GD soyayla tanışana kadar…

Arjantin’de GD soya ekili alanlar 2000’de 8,3 milyon hektardan 2001’de 9,8’e, 2002’de 11,6’ya, 2007’de 16 milyon hektara ulaştı. Ekili alanlar artarken çiftçilerin sayısı da yüzde 30 azaldı. 1991–2001 arası kapısına kilit vuran çiftçi sayısı 150 bin iken, bunun 103 bini GD soyadan sonra tarlalarını terk etti.

Kaliteli et ve sütleriyle ünlü Arjantin’de süt üretimi 1996’dan 2002’ye kadar yüzde 27 düşünce ilk kez Uruguay’dan süt ithal edildi. Pirinç üretimi yüzde 44, mısır yüzde 26, ayçiçeği yüzde 34, domuz eti üretimi yüzde 36 düşmüş, fiyatlar artmıştı. 2003’te unun fiyatı yüzde 162, mercimeğin yüzde 272, pirincinki yüzde 130 arttı.

GD soya yasadışı yollardan Brezilya, Paraguay, Bolivya ve Uruguay’a da yayıldı. 1997’de Monsanto Brezilya’nın en önemli tohum üreticisi şirket olan Agroceres’i aldı. Eylül 2003’te AB, ithal ettiği GD ürünlerin etiketlenmesi zorunluluğunu getirdi. Fakat Brezilya’da yasadışı olarak yetiştirilen soyanın GD olup olmadığını kimse bilmiyordu. Sonunda Devlet Başkanı Lula da Silva bir kararname imzalayarak GD soyanın satışını, 2005’te de ekimini yasallaştırdı. 2003’te Brezilya’da yetişen soyanın yüzde 30’u GD idi. Monsanto’ya ton başına 10 dolar kâr payı ödemek zorunda olan çiftçiler 16 milyon tonla ilk yılda Monsanto’ya 160 milyon dolar kazandırdı. GDO bariyeri her geçen gün eriyordu…

7000 yıllık mısırda GDO kirliliği

Meksika’nın mısır ithal edilmeyen Oaxaca Eyaleti’nde 150 çeşit mısır tamamen organik yetişiyordu. Fakat güçlü komşularının “serbest” ticaret anlaşmalarına direnemeyen Meksika, ABD’den mısır ithal etmeye başladı. 1994–2002 arasında Meksika mısırının fiyatı yüzde 44 düştü; küçük çiftçiler de topraklarını terk etti.

2001’de Meksika Çevre Bakanlığı’nın yaptığı araştırmaya göre 22 bölgenin 13’ünde yetişen yerel mısır çeşitlerinde yüzde 3-10 oranında GDO bulaşması saptandı. 29 Kasım 2001’de Nature Dergisi’nde yayımlanan, David Quist ve Ignacio Chapela imzalı bir makaleye göre yerel “Crillo” mısırı artık saf değildi. Oysa Meksika’da, M.Ö. 5000 yılından beri ekilen, Maya ve Aztek kültürünün temeli olan mısır çeşitliliğini korumak için 1998’de GD mısırlar üzerine bir moratoryum verilmişti.

Topraklarının yarısı GDO’ya teslim olan Paraguay’da da tohumların satışı ve ekimi tıpkı Brezilya’da olduğu gibi yasallaştırıldı. Mısır, tatlı patates, her türlü fasulye, şeker kamışı, meyvenin yetiştiği ve ailelerin kendi kendine yettiği ülkede şimdi her şey sojeros’un (soyacıların) elinde. Taktikse hep aynı: Soyacılar ailelerle kontrat yapıyor, çocuklarına gıda ve oyuncak veriyor. Sonra arsaları üç yıllığına kiralıyor. Ardından küçük bir yaşam alanı kalan ve ilaçlamadan etkilenen ailelere arsalarını yok pahasına satmalarını öneriyor, sonra da ‘soya’ ekiyorlar. Paraguay’da resmi verilere göre her yıl 100 bin çiftçi şehre göçüyor.

2 Ocak 2003’te Paraguaylı 11 yaşındaki Silvino evine giderken ilaçlama yapılan soya tarlalarının yanından geçti. Şiddetli mide bulantısı ve baş ağrısı nedeniyle üç gün hastanede kaldı. Eve geldikten sonra başka bir ilaçlamaya dayanamadı ve öldü. Annesiyse soyacıların hükümetten bile güçlü olduğunu söylüyordu.

Yani Monsanto gittiği yerlerde, ürünleriyle sadece zararlı böcekleri öldürmüyordu Hindistan’da ekilmek üzere tasarlanan Monsanto’nun “Bollgard” pamuğu böceklere direnecek ve daha fazla kâr sağlayacaktı. Çiftçilere tohum, gübre ve ilaç satıldı. Ve burada da çiftçiler bir süre sonra ya işlerinden oldu ya da borçlarını ödeyemez duruma geldi. Temmuz 2005’te GD pamukla tanıştıktan sonra Maharashtra Eyaleti’nde 2006’ya kadar 1280, 2007’de de 1168 intihar oldu. Ve her sekiz dakikada bir hayatlarına son veren çiftçilerin ölüm şekli de manidardı: Pestisit içerek!

Afrika’ya zorla “acil açlık yardımı”

Monsanto’nun GD “teknolojisini” yaymak için başvurduğu yöntemlerin arasında baskı ve rüşvet de vardı. Örneğin; Endonezya Hükümeti’nden üst düzey bir yetkiliye GDO’lu ürünlerin taranmadan satışa sunulması için 50 bin dolar rüşvet ödemişlerdi. 6 Ocak 2005’te Monsanto’ya iki dava daha açıldı. Yine Endonezya’daki 140 yöneticiye 1997-2002 arasında GD pamuğun ekimi için 700 bin dolar verilmişti. Ayrıca tarım bakanlığından üst düzey bir yöneticiye de 374 bin dolarla lüks bir ev önerilmişti. Bu ödemeler sahte pestisit faturalarıyla belgelenmişti.

2001’de IMF ve Dünya Bankası Malawi hükümetinden dış borçlarını ödemesi için acil durum gıda rezervini elden çıkarmasını istedi. Oysa ülkenin insanlarını besleyecek gıdası dahi yoktu. Böylece ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) 250 bin ton fazla GD mısırını Malawi’ye hibe etti. İngiltere Başbakanı’nın bilim danışmanı Prof. David King ABD hükümetinin GDO teknolojisini Afrika’ya yayma çabasını “kitlesel insan deneyi” şeklinde tanımlayarak kınadı. Ekim 2002’de Guardian’da çıkan bir makalede, ABD’nin acil açlık yardımı adı altında, Güney Afrika’nın altı ülkesine stok fazlası GD mısır göndereceğini açıkladı. Mısır, Zambiya, Malawi ve Zimbabwe’nin ana gıdasıydı. Riski göze almayıp reddettiler. Ama reddedemeyenler de vardı.

Bush’un “katil” tohumları Irak’ta

Başkan Bush “Irak’ta yeşerdiğinde bütün bölgeye yayılacak demokrasi tohumlarını ekmek için bulunuyoruz” derken mecazi bir ifade kullanmıyordu. Nasıl mı?

İşgalin ardından oluşturulan Geçici Koalisyon Otoritesi’nin (CPA) başına atanan Paul Bremer’in ilk eylemi ülke sınırlarını gümrük, tarife, kontrol ve vergi olmadan ithalata açmak oldu. 81 no’lu kanunsa çiftçilere tohum saklamayı yasaklarken; genetik müdahaleye uğramış, kısırlaştırılmış tohumların her yıl alınması mecburi kılındı.
Iraklılar yıllardır doğal tohumlarını Bağdat’taki ulusal tohum bankasında saklıyordu, fakat burası ABD bombalarıyla yok edildi. Eski tarım bakanı yedek bir bankayı Suriye’ye taşımıştı, tohumlar oradan sağlanabilirdi ama Bremer’in başka planları vardı.

USAID, Irak Tarım Bakanlığı aracılığıyla binlerce ton ABD merkezli “yüksek kaliteli, sertifikalı buğday tohumu”nu çok ucuza dağıtırken, bağımsız bilim adamlarının bunların GD olup olmadığını araştırmasına izin verilmedi.
ABD Tarım Bakanlığı ve Texas A&M Üniversitesi Tarım Birimi’nin ortak programıyla Iraklı çiftçilere “yüksek verimli” buğday, nohut, mercimek gibi tohum çeşitlerinin nasıl yetiştirileceği öğretildi. Ne tesadüftür ki aynı üniversite kendini dünyanın “biyoteknolojik lideri” olarak tanımlıyordu.

Monsanto’ya Göre Dünya

Ünlü Fransız çevreci Nicolas Hulot, Marie-Monique Robin’in kitabına yazdığı önsözde şöyle diyor: “Marie-Monique Robin sayesinde biz de artık Monsanto’nun bildiklerini biliyoruz! Evet şirket, ürünlerinin zehirli sonuçlarından haberdardı!”

Monsanto 20. yüzyılın en önemli kimya şirketlerinden biri. 1901’de sakarin üretimiyle başlayan ticari hayatına 1. Dünya Savaşı’nda patlayıcı gazı üretmek için kimyasal ürünler satarak devam etti. 1942’de 2 milyar dolar bütçeli “Manhattan Projesi” başladığında, atom bombası üretmeyi hedefleyen bilim adamları arasında Monsanto’nun da kimyagerleri vardı. Ürettikleri kimyasallarla büyük çevre kirliliği yaratan şirket, Vietnam ormanlarına serpilen herbisitin bileşenlerini de üretti.

Bundan 1 milyonun üzerinde Vietnamlı, 100 bin de ABD askeri etkilendi. Daha sonra tarım birimi kurularak biyoteknolojik çalışmalara hız verildi. 2007’de 17 bin 500 çalışanı, 7,5 milyar dolarlık cirosuyla GDO’lu ürünlerin hemen hepsinde patent hakkına sahip olan şirketin ürettiği GD tohumlar 100 milyon hektara yayıldı. Yarısından fazlası ABD’de olmak üzere, Arjantin’de 18, Brezilya’da 11,5, Kanada’da 6,1, Hindistan’da 3,8, Çin’de 3,5, Paraguay’da 2, Güney Afrika’da 1,4 milyon hektar GDO ekili. Tabii bunlar bilinenler.

“Hükümetler Soykırım Suçu İşliyor”

Seeds of Destruction (Yıkım Tohumları) isimli kitabın yazarı F. William Engdahl’ın bu konu hakkındaki sözleri şöyle:

“Yaşanan küresel gıda kriziyle GDO patentli pirinç, mısır ve soya tohumlarının yaygınlaşması arasında nedensel bir bağlantı var. Bu bağlantı da gıda üretiminin Monsanto, DuPont, Syngenta, Dow, Archer Daniels Midland and Cargill önderliğindeki birkaç dev şirket tarafından küreselleştirilmesi. Bu güçlü lobi küresel bir tarım politikası oluşturdu ve hem ABD Tarım Bakanlığı hem de Avrupa Komisyonu Tarım Direktörlüğü’nde etkin.

Bu güçlü tarım şirketleri perde arkasından Dünya Ticaret Örgütü’nün tarımla ilgili kararları üzerinde hâkim. Uzun vadeli politikalarından biri kasıtlı olarak dünyanın acil tahıl stoklarını azaltmak. Aynı zamanda bitkilerin ulaşımda yakıt olarak kullanılması için yetiştirilmesini öngören suç politikasının önde gelenleri de onlar. Yani biyoyakıt dolandırıcılığı.

Küresel kıtlık koşullarında Monsanto ve tarım lobisi kendi patentledikleri GD tohumlarının dünyadaki açlığa “çare” olduğunu iddia ediyor. Henry Kissinger’in 1970’lerde ilan ettiği strateji “Petrolü kontrol ederseniz ulusları ya da bölgeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz” stratejisi bu. 2005’ten beri ABD yönetiminin biyoyakıt sübvansiyonları ve promosyonu, bu tür yakıtların küresel ısınma sorununa çözüm olduğu yalanı, gıda fiyatlarını da etkiledi. Bence bu tamamen bilinçli ve dünya üzerinde beyaz olmayanların nüfusunun azaltılmasını isteyen bir grup elit tarafından yönlendiriliyor. Ve biyoyakıt çılgınlığını desteklemeye devam eden bütün hükümetler, uluslararası adalet kurallarına göre soykırım suçu işliyor!”

Kaynak: Yeni Aktüel

BU KİRLİ YASA ÇIKMAMALI!

Genetik tarıma ve genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) her türlü ticaret ve tüketimine kapı aralayacak Biyogüvenlik Yasa Tasarısı onaylanırsa ne olacak? Neden Türkiye’nin kendine yetecek verimli toprakları varken GDO dayatması yapılıyor? Bu yasa en çok kimleri sevindiriyor? Türk halkını ve Türkiye topraklarını ne gibi sıkıntılar bekliyor?

İnsan sağlığı ve biyoçeşitlilik üzerindeki etkileri tüm dünyada hâlâ ateşli bir tartışma konusu olmasına karşın genetik tarım ve transgenik ürünler hızla yaygınlaşıyor. Başta ABD, Arjantin, Hindistan ve Çin olmak üzere toplam 23 ülkede 114 milyon hektar alanda genetik tarım yapılırken, dünya çapında bu tarımı gerçekleştiren çiftçi sayısı ise 12 milyona ulaştı. 2025 yılında 25 milyar dolara ulaşması öngörülen pazar ise şimdiden 33 milyar dolara dayandı. Bu ürünlerin üretim ve ticaretine yönelik düzenlemeler ise dünyanın gündeminde. Bunun için 2003 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler Uluslararası Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nü imzaladı. Bu protokole göre tüm ülkeler yasalarını 2009 sonuna kadar çıkarmak zorunda.

İyibilgi olarak yıllardır gündeme getirdiğimiz GDO dosyasını tekrar açıyoruz. İşte GDO alanında yıllardır araştırmalar yapan alanında uzman isimlerin görüşleri…

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı ve GDO’ya Hayır Platformu bileşeni Ahmet Atalık’a bu yasa onaylanırsa ne olacağını sorduk.

Tasarıyı en son 3 yıl önce gördüklerini söyleyen Ahmet Atalık Türkiye’de GDO’ya hayır demek için yıllardır savaş verdiklerini, 3 yıl önce yüzbin imza toplayarak TBMM’ye sunduklarını ve TBMM’de, ziraat mühendislerine GDO’lar konusunda eğitim verdiklerini belirtti. Ancak bütün çabalarına rağmen şu anki yasa tasarısının kamuoyundan saklandığını ve Ziraat Mühendisleri Odası olarak Biyogüvenlik yasa taslağı hakkında bir bilgiye sahip olamadıklarını ifade eden Atalık, Türkiye’nin GDO üretimine ihtiyacı olmadığını söyledi. Atalık’ın açıklamaları şöyle:

Türkiye’nin GDO’lu tarıma ihtiyacı yok, normal tohumlar daha verimli!

“Arjantin topraklarında % 90 GDO’lu soya eker ve tüm dünyaya GDO’lu soya ticareti yapar, Türkiye normal soya tohumu eker ve yetiştirir. Verim açısından baktığımızda aynı birim alandan Arjantin 270 kg. GDO’lu soya alırken, Türkiye 300 kg. normal soya alır. Ancak yine de Türkiye’de gerekli miktarda yetiştirmek yerine yurt dışından soya ithalatı yapılır.

GDO’lu tarımda ne ilaç kullanımı azalır, ne de verim yükselir. Dünyada açlığa çare olacağı söylenmektedir ama bu gerçek değildir. Türkiye’nin GDO’lu tarıma ihtiyacı yoktur.
Tarım Bakanlığı’nın açıklamaları net değil!

Tarım Bakanlığı yaptığı açıklamada; 115 mısır ve mısır ürününü üzerinde yaptıkları inceleme ve araştırmalarının sonunda Türkiye’deki gıda ürünlerinde GDO’ya rastlamadıklarını açıkladı. Ne ilginçtir ki GDO’yu en çok destekleyen Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Çetiner geçtiğimiz haftalarda üniversitede GDO ile ilgili yaptıkları konferansta

Türkiye’deki gıda ürünlerinde GDO tespit ettiklerini açıkladı.

GDO’ya Hayır Platformu olarak Arjantin’den Türkiye’ye ithal edilen mısırlardan aldığımız örnekler üzerinde yapılan incelemede GDO tespit ettik ve bunu Tarım Bakanlığına da bildirdik. İnsan sağlığı üzerinde bir araştırma yapılmaksızın piyasaya sürülmesinin sakıncalı olduğunu biz değil konuyu yıllardır araştıran Amerika’daki bilim adamları söylüyor.

Önce sağlıklı besin üretimine kaynak ayrılmalı

Ülkemizde öncelikli olarak insanların sağlıklı beslenebilmesi ve sağlıklı gıda üretilmesi için kaynak ayrılmalı. İnsanların beslenmeden doğan hastalıklara maruz kalması ile yapılan hastane, ilaç masrafları ve iş gücü kaybını bir araya getirdiğimizde ekonomimizin ne kadar zarar gördüğü açık şekilde görülmektedir. İşte bu yüzden öncelikle sağlıklı tedbirlerin alınması Türkiye ekonomisine daha fazla katkıda bulunacaktır.”

Doğal denge tehdit altında!

Yıldız Teknik Üniversitesi Biyomühendislik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeminur Topal GDO’lu ürünlerin zararlarını yıllardır anlattıklarını ifade ediyor. Kontrolsüz olarak her türlü GDO’lu ürünün yıllardır Türkiye’ye alındığını anlatan Topal yasa çıkarsa Türkiye’de rahatlıkla GDO’lu ürün ekilip, üretilebileceğini ve ithalatının da daha rahat yapılabileceğini söylüyor. Topal sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Şu an kontrolsüz olarak her tür GDO’lu ürünü alıyoruz. Yasa çıkarsa Türkiye’de rahat şekilde ekim ve üretim yapılabilecek. GDO’lu ürünlerin zararlarını yıllardır tartışıyoruz. Araştırmalar dünya genelinde devam ediyor. Ortalama 15 yıldır üretilen GDO’lu gıdaların yeni nesilde nasıl bir etki bırakacağı net olarak bilinmiyor ancak araştırmalardan çıkan sonuçlarda embriyoların küçüldüğü, özellikle üretim yayılımında biyoçeşitliliği çok etkilediği ve zaman içinde GDO üretiminin artması ve yaygınlaşması ile biyofloranın değişeceği yani doğal dengenin tehdit altında olduğu görülüyor.

Ticaret bilime egemen durumda!

Geçtiğimiz hafta Sabancı Üniversitesinde yapılan toplantıda GDO’lar resmen aklandı. Ben ve benim gibi GDO’ların zararlarını anlatan bilim insanları son derece amiyane bir tabirle aptal ve salak gibi ifadeler kullanarak yalanlandı. Günümüzde ticaret bilime egemen durumda. Parasal gücü olanlar istediği işi istediği insana istediği ortamda yaptırabiliyor. Türkiye’de tarım uluslararası şirketlerinde güdümünde alınan kararlarla yol alıyor.”

Amaç ticareti körüklemek

Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya’nın Biyogüvenlik Yasa Taslağı hakkındaki açıklamalı ise şöyle:

“GDO yasasının bastırılmasındaki amaç ticareti körüklemek, getireceği zararlar şu an düşünülmüyor. GDO’ların temelde insan sağlığına olan zararları alerjiler üzerinde toplanıyor. Yüzlerce kanıtlanmış örneği bulunuyor. Büyük bir tehdit oluşturduğuna dair beklentiler var. Macar bir araştırmacı GDO’lu patateslerle fareler üzerinde yaptığı karşılaştırmalı araştırma sonucunda GDO’lu patatesleri tüketen farelerin kanser olduğunu ortaya çıkardı.

GDO’lar sağlık ve biyogüvenlik konusunda tehdit oluşturuyor

Biyoçeşitliliğe karşı verimi artırmadığı konusunda araştırmalar var. Kuraklık olduğu takdirde GDO’lu tohumların veriminin çok düşük olduğu görüldü. Ayrıca GDO’lar çok fazla girdi kullanıyor, iddialara göre daha verimli denmesine rağmen, GDO’lar herbisit denen ot öldürücülere dayanıklı, sonunda bakıyorsunuz ki GDO’lu tohum, firmanın ürettiği herbisite dayanıklı oluyor.

Firmalar tohumu ve ilacı paket olarak sunuyor. Dünyanın 10 büyük tohum firması, aynı zamanda ilaç kimyasalları da üretiyor. Örneği Monsanto tohumda 1. sırada iken, ilaç listesinde 5. sırada, Singenta firması tohumda 3. sırada iken, ilaçta 2. sırada yer alıyor. Üçüncü bir liste oluşturup GDO’lu tohum üreten firmalar dediğinizde yine aynı firmaları görüyorsunuz. Sonuçta gıda üretiminin tüm dünyada tekelleşmeye doğru gittiğini görüyoruz.

Tarihin tanık olmadığı tarım hegemonyası

Eğer bütün dünyada çiftçilerin kendi yetiştirdikleri tohumlar engellenebilirse piyasa genişlemesi 73 milyar dolara çıkmaktadır. (Grain, 2007) Tohum piyasası tekeller ile büyüme eğilimi göstermesinin yanında, tarım kimyasalları, GDO araçlarının birlikte kullanılması ile firmalara bir çarpan etkisi de kazandırabilmektedir. Firmaların tohum çeşitlerinin ancak ve ancak tarımsal ilaç ve gübrelerle yetiştirilebilecek özellikte ıslah edilmeleri çiftçileri firmaların ürünlerini almaya zorlamaktadır. GDO’lu tohumlar bu firmalara daha da üstün yeni bir güç kazandırmaktadır. Örneğin herbisite dayanıklı bir çeşit GDO yöntemleriyle geliştirilmektedir. Ancak kullanılacak herbisit firmanın marka herbisitidir. Dolayısıyla tohum ve herbisit beraberce pazarlanmakta birbirlerinin satışını arttırmaktadır. Adeta birbirlerinden ayrılmayacak tamamlayıcı mallar, markalar yaratılmaktadır.

Ulusötesi bu dev firmalar böylece tohum, tarım kimyasalları ve GDO’yu birlikte kullanarak tarım alanında tarihin tanık olmadığı bir hegemonyaya doğru gitmektedirler. Ancak bu başarılarının sağlamlaşması için tarım politikalarının da istedikleri yönde oluşması gerekmektedir.

Umut her zaman var!

Ancak tüm bu tablolara rağmen insanoğlunun umutsuz olmaya hakkı yok! Bu insanlar para için çalışıyorlar. Afrika en büyük açlığı çeken ülke, sömürge ülkelerinde sömürgeci devletlerin uyguladığı çok çeşitli örnekler var.

Gelişmekte olan ülkelere giden büyük güçler tohumu, gübreyi, ilacı satıyor ve karşılığında çıkan ürünü de çok ucuz fiyata alıyor. İngiltere büyük tekstil endüstrisini bu şekilde kurdu. Bu ülkelerde tarım sistemi bozuldu. Amaç Türkiye’deki tohum, zirai ilaç piyasasını ele geçirmek ve GDO’yu Türkiye’ye sokmak.

www.iyibilgi.com özel

Nihal Doğan

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz