Anne-baba adayları sağlıklı bir bebek sahibi olmak için nasıl beslenmeli?

0
3290

Editörümüz Prof. Dr. Ahmet Aydın ile yaptığımız söyleşiler devam ediyor. Bu seferki konumuz ‘gebelik öncesi ve gebelikteki beslenme. Bizce çok önemli olan bu yazıyı özellikle çocuk sahibi olmak isteyen anne-baba adayları kaçırmasınlar.

Anne ve baba adaylarına genellikle sorulan bir soru vardır ‘kız mı bekliyorsunuz, oğlan mı? diye. Çoğu kez verilen cevap şudur; ‘sakat olmasın, eli yüzü düzgün olsun, cinsiyeti önemli değil’. Gerçekten de doğacak bebeklerinde şekil bozukluğu olasılığının olması anne ve baba adaylarının korkulu rüyası. Bu sakatlıkların önlenmesinde anne-baba adaylarının beslenmelerinin önemi var mı?

Evet, anne-baba beslenmesi ile doğuştan (konjenital) şekil bozuklukları (malformasyon, deformasyon) arasında ciddi ilişkiler mevcut. Doğal beslenen kabile topluluklarında doğuştan dudak-damak yarıkları, omurilik fıtıkları, kalp şekil bozuklukları gibi anormallikler neredeyse hiç görülmüyor.

Tüm yenidoğanların % 2-3’ününde yapısal majör anormallikler var. Bunların başında sırasıyla merkez sinir sistemi, kalp ve böbrek-genital organ anormallikleri geliyor(1). Bu sayı yalnız doğumda fark edilebilen anormallikleri içermekte ve özellikle renal/kardiyak sisteme ait, doğumdan sonra tespit edilen anormallikler eklendiğinde oran %5’e çıkıyor. Minör anormallikler ise doğal olarak çok daha fazla.

Yapısal bozuklukların yanında diyabet, kanser, alerji, geniz eti, bademcik, sinüzit, otizm, şizofreni, kanser ve kalp hastalığı gibi birçok hastalık anne karnındaki beslenme ile çok yakından ilişkili olabiliyor. Hatta çocuğun zekası ve güzelliği de beslenmeden çok etkileniyor. Yani anormal bir çocuğun doğması çoğu kez Allah’tan değil, kuldan!

Çok enteresan, yani bu hastalıklar genetik değil mi?

Fenilketonüri, hemofili ve talasemi gibi hastalıklar anne ve babanın taşıdığı bozuk genlerden kaynaklanıyor. Bunlar klasik Mendel kalıtımı ile geçen hastalıklar. Ama her doğuştan olan hastalık genetik değil. Hatta doğuştan olan hastalıkların çok büyük bir çoğunluğu bozuk genlere bağlı değil.

Vücudumuzun bütün fonksiyonları 30,000 kadar gen tarafından denetlenmekte. Yaygın kanının aksine birçok genin fonksiyonları değişmez değil; yani genler kader değil. Çevresel faktörler genlerin fonksiyonunu olumlu ya da olumsuz yönde etkiliyor.

Genler besinlerini almadan iyi çalışamıyorlar. Eğer genler iyi beslenirse ve toksinlere maruz bırakılmazlarsa fetüs (dölüt, cenin) sağlıklı olarak doğuyor. Genler kötü beslenirse fonksiyonlarını yerine getiremiyor; organlar ve uzuvların oluşması ve merkez sinir sisteminin olgunlaşması gibi biyolojik gelişim programlarının işlemesi aksıyor. Yani genlerin yapısı değişmiyor, ama fonksiyonları bozulabiliyor.

Eğer dedikleriniz doğru ise yani yediklerimiz doğacak çocuklarımızı etkiliyorsa, o halde ağzımıza attığımız her lokmada daha dikkatli olmamız gerekmiyor mu?

Evet son yıllarda öğrendiklerimize göre diyet, güneş, hava, su, ağır metaller, diğer kimyasal toksinler, biyolojik toksinler ve stres gibi çevresel faktörler gen dizilimini hiç etkilemeden, fakat fonksiyonlarını bozarak çok sayıda hastalığa neden olabiliyor (2).

Genleri elektrik düğmesine benzetebiliriz. Düğme açık ise sorun olmuyor, fakat kapalı, yani susturulmuş ise hastalıklar ortaya çıkıyor. Tabii hastalıklı genin susturulabilmesi ve bu şekilde hastalıkların düzelmesi de söz konusu. Son yıllarda genler ile çevresel faktörler arasındaki ilişkileri inceleyen yepyeni bir bilim dalı gelişti; epigenetik diye.

Bakın bu konunun önemini vurgulamak için size agouti geni taşıyan farelerle ilgili bir deneyi anlatacağım. Bu fareler normal hayatlarında şişman, kanser ve şeker hastası olurlar. Yapılan araştırmada bu farelere hamileliklerinde folik asit, B12 vitamini ve betain gibi metillendirici gıdalar verilmiş. Yavrular doğduğunda hiç birinin anne babaları gibi şişman, diyabetli ve kanser olmadığı saptanmış. Anne ve babalarından daha uzun yaşamışlar. Belli ki bu gıdalar bozuk genin etki etmesini engellemişler.

İnsanın gelişimi bağımsız fakat birbirleri ile bütünleşmiş kompleks biyolojik programlara bağlı. Gelişim programları döllenmeden hemen sonra faaliyete başlıyor. Bu programların çalışmasını başlatan ve anneden plasenta (döl eşi) yolu ile fetüse verilen spesifik besinlerin varlığına bağlı (3).

Bu besinlerden biraz bahseder misiniz?

Aslında her doğal gıda fetüsün sağlıklı olarak gelişmesi için çok önemli. Ama yine de bunlar içinde bazıları çok spesifik. Folik asit, D vitamini (güneş), A vitamini, B12 viamini, omega-yağ asitleri, kolesterol, iyot, çinko ve probiyotikler bunların başında geliyor.

Birçok hamile kadına gebelikleri sırasında diyabet araştırılması yapılıyor. Hekimler anne adaylarına eğer şekerlerini kontrol altına almazlarsa doğacak çocuklarında anormallik olabileceğini söylüyor. Şeker yüksekliğinin bu anormalliklerle ne ilişkisi var?

Diyabetik anne çocuklarında normal popülasyonda görülenin 2-6 katı daha fazla anormallik görülüyor (4). Bu gebelerde HbA1C (ortalama şeker düzeyi) ne kadar yüksek ise konjenital (doğuştan) anormallik sıklığı da o kadar yüksek oluyor.

Aslında bu kadınlar gebelik öncesi tam anlamı ile şeker hastası değil, gizli şeker hastaları. Yani metabolik sendromları var. Gebelik sırasında fizyolojinin değişmesine bağlı olarak gizli olan şeker hastalığı aşikar hale geliyor. Buna gebelik diyabeti deniyor. Gebelik diyabeti tüm gebe kadınlarda ortalama % 5-10 civarında görülmekte. Gebelik sonlandıktan sonra bu aşikar diyabetik durum kayboluyor. Kadın tekrar gizli diyabet oluyor. Ama beslenmesini düzeltmezse yıllar içinde tekrar aşikar diyabet gelişiyor.

Gebeliğin özellikle ilk haftalarında HbA1C’nin (%6) ve yemek sonrası (2 saat) kan şekerinin 140-150 mg/dL’nin altında tutulması gebelik diyabetinde görülebilen şekil bozukluklarını ve iri doğumları azaltıyor (5). Fakat birçok kadın-doğum hekimi diyabet kontrolünü gebeliğin 24-28. haftaları arasında yapıyor ki bu bence çok yanlış.

Neden?

Çünkü organ taslakları gebeliğin ilk haftalarında oluşuyor. Şeker kontrolünün aylar sonra yapılmasının organ anormalliklerinin önlenmesi üzerine hiçbir etkisi yok. Gerçek anlamda rizikonun azaltılması isteniyorsa kontrole döllenmeden önceki aylardan itibaren başlanması gerekiyor. Bu da anne adayının döllenmeden aylar öncesi taş devri diyeti gibi undan-şekerden fakir bir diyeti yapmasını gerektiriyor. Türkiye’de doğurganlık çağındaki kadınlarda metabolik sendrom oranının yaklaşık %40 olduğunu söylersem tehlikenin büyüklüğünü daha iyi anlayabilirsiniz.

Bazı bebekler cılız doğuyorlar, bunlar da mı annenin beslenmesi ile ilgili?

Büyük ölçüde öyle. Düşük doğum tartılıların bir bölümü erken (prematüre) doğuyorlar. O nedenle doğal olarak kiloları düşük. Bir bölümü ise gününde doğuyorlar ama yine de kiloları düşük oluyor.

Bilindiği gibi normal gününde doğan çocukların kilosu 2.5-3.5kg arasında. Düşük doğum tartısı daha çok sosyoekonomik durumu iyi olmayan ve doğum öncesi dönemde izlenmeyen annelerde daha sık görülüyor. Gelişmiş ülkelerde sıklık %3-5. Az gelişmiş ülkelerde bu rakam prematüreler ile birlikte %20’lere kadar çıkıyor. Türkiye’de %15 dolaylarında. Bu çocuklarda yenidoğan dönemindeki ölüm oranı çok daha yüksek oluyor.

Gebelik sırasında yetersiz beslenme bebeği başka hastalıklara da maruz bırakabiliyor. 2.5 kg’ın altında doğan bebeklerin ileriki yaşamlarında diyabet, hipertansiyon ya da koroner kalp hastalığı olma olasılıkları, normal kilo ile doğan bebeklere oranla 10 kat daha fazla (6).

Siz hamilelerin kesinlikle balık yağı takviyesi almasını öneriyorsunuz. Gerçekten çok mu önemli?

Daha önce de anlattım, biliyorsunuz balık yağı en önemli omega-3 kaynağı. Yeni bir canlının oluşturulmasındaki en önemli ham maddelerden biri, omega-3 yağ asitleri. Maalesef modern beslenme tarzımız, omega-3 eksikliğine yol açıyor. Gebelik sırasında ise bu yağlara olan ihtiyaç müthiş artıyor. Annedeki eksiklik, anne gibi bebeği de etkiliyor. Bakın Danimarka’da 8927 gebe üzerinde bir araştırma yapılmış (7). Hiç balık yemeyenlerde prematüre ve/veya düşük doğum tartılı çocuk doğurma oranı %7.1 iken, haftada en az bir kez yiyenlerde bu oran %1.9 imiş.

Gebelik ve emziklilik dönemlerinde annelerinden omega-3 yağ asidi (balık yağı) takviyesi alan çocukların zeka bölümü (106.4) almayanlara oranla (102.3) yaklaşık 4 puan daha yüksek bulunmuş(8).

Omega-3’den fakir diyetler ile beslenen rhesus maymunlarının yavrularında görme azlığı, çok su içme, davranış bozuklukları ve bilişsel bozukluklar saptanmış(9). Anlayacağınız bu konu çok önemli.

Beyinin %60’ı yağdır. Bunun üçte ikisini omega yağ asitleri oluşturuyor. Bu yağ asitleri vücutta sentezlenmiyor. Mutlaka besinler ile alınması gerekiyor. Diyetimizde omega-6 yağ asitleri çok fazla ama omega-3 yağ asitleri oldukça az. Omega-6 yağ asitlerinden de maalesef omega-3 yağ asitleri oluşmuyor. Anlayacağınız bu durumda bütün organlarımız, özellikle de beynimiz tehlike altına giriyor.

Gebelik sırasında anneden cenine aktif omega-3 transferi oluyor. Bu durum annenin omega-3 depolarını ciddi olarak tüketiyor ve doğum sonu depresyona yol açabiliyor. 23 ülkede 14,532 kişi üzerinde yapılan çok merkezli bir çalışmaya göre balık yağı alan ya da balık tüketen kadınlarda doğum sonu depresyon belirgin olarak daha düşük bulunmuş (10).

Beyin gelişiminin büyük bir bölümü hamilelikte ve hayatın ilk iki yılında olmakta. Bu nedenle omega-3 takviyesinin gebelikten önce başlayarak bütün gebelik süresinde ve emziklilik döneminde yapılması şart (hatta en iyisi ömür boyu yapmak). Fazla balık yağı yiyen emzikli kadınların sütündeki omega-3 yağ asitlerinden zengin oluyor ve bebeğe çok faydası oluyor (11).

Aklıma gelmişken şunu da sorayım, hamilelere neden folik asit takviyesi veriliyor?

Birçok insanda metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) geninde yapısal değil ama fonksiyonel bir bozukluk var; buna gen polimorfizmi deniyor. Birçok insanda bu bozukluk var. Batı Avrupa’da %10 civarında olan bu değişiklik Latin Amerika ve Orta Avrupada %40, Orta Asya ve Çin’de %50’lere varıyor.

MTHFR gen polimorfizmine sahip kadınlar eğer yeterli folik asit almazlarsa şekil bozukluğu olan çocuklar doğurabiliyorlar. Bu bozukluklar arasında, bel açıklığı, omurilik fıtığı, dudak-damak yarıkları ve Down sendromu gibi hastalıklar da var. Diyetlerinde folik asitten zengin gıdalarla (özellikle yeşil yapraklılar) ya da folik asit takviyesi alanlarda bu bozukluluklar bariz şekilde azalıyor(12).

Ancak hamile kaldığını anladıktan sonra yapılan folik asit takviyelerinin bu bozukluklara belirgin bir faydası yok. Çünkü bir kadın döllendikten sonra en erken bir ay sonra hamile kaldığını öğreniyor. O zamanda ise organ taslakları çoktan ortaya çıkmış oluyor. Bu aşamadan sonra yapılan takviyenin faydası olmuyor. Bu nedenle takviyeye erken hamile kalmadan aylar önce başlamak gerekiyor.

Son olarak bir önemli konuyu da vurgulamak istiyorum. Günde tüketilen folik asitin 1mg’ın üzerinde alınmasının kansere yol açabilme ihtimali var (13). Ülkemizde satılan preparatlar da maalesef 5 mg’lık tabletler şeklinde.

Bizce kanserden ve doğumsal anomalilerden korunmak için folik asit tableti almak yerine ömür boyunca folik asitten zengin taze sebze ve meyve tüketimini teşvik etmek gerekir. Hamilelerin yarısının plansız olduğunu düşünürseniz, konunun önemi daha iyi ortaya çıkar. Taze sebze ve meyve yiyerek sadece sadece folik asiti değil ayrıca çok sayıda vitamin, mineral ve flavonoidi de bir arada almış oluyorsunuz.

Kadın-doğum hekimleri çok önermiyorlar ama siz hamile kadınlara mutlaka D vitamini takviyesinin yapılmasını söylüyorsunuz. Gerçekten çok mu önemli D vitamini takviyesi?

Hem de nasıl…D vitamininin o kadar önemli görevleri var ki. İlk önce şunu söyleyim. En az 2000 kadar genin sağlıklı çalışması D vitaminine bağlı. Cenin (fetüs) açısından D vitamini güçlü bir farklılaşma artırıcısı; ayrıca sinir dokusunda büyüme faktörü düzeylerini de yükseltiyor. Bir araştırmada D vitamini eksikliği olan farelerin yavrularının beyinlerinde çeşitli gelişim bozuklukları saptanmış (14).

250’den fazla çalışmadan oluşan bir meta analizde şizofrenik ve bipolar bozukluğu olan hastaların daha çok D vitamininin en düşük olduğu kış aylarında doğdukları saptanmış (15).

Gençlerde otizm ilgili çok önemli bir yazı yayınlandı. Harvard Üniversitesinden 5 araştırıcı güneşe az maruz kalmanın ya da yetersiz D vitamini almanın DNA onarım mekanizmalarını ve buna bağlı olarak ağır metal ve diğer toksinleri uzaklaştıran detoksifan ve antioksidan sistemleri bozduğunu belirterek bu durumun otizme yol açan önemli bir faktör olabileceğini ileri sürdü (16).

Bu araştırıcılara göre D vitamini yetersizlikli baba adaylarının spermlerinde meydana gelebilecek mutasyonlar (gen tahribatlarının) fetüsün toksinleri uzaklaştırıcı mekanizmalarını bozabiliyor. Bu nedenle araştırıcılar baba adaylarına da döllenmeden önce yeterli D vitamini (günde 5000-beş bin- ünite) almalarını öneriyorlar. Bence son derece uygun bir öneri.

D vitamini doğum kilosunu da etkiliyor mu?

Evet, bakın Hindistan’da gebeliklerin son üç aylık dönemlerinde 120 kadın üzerinde bir araştırma yapılmış. Bunlardan yirmisi gebeliğin 7. ve 8. aylarında birer doz 600.000 ünite D vitamini, yirmi beşi üç ay boyunca günde 1200 ünite D vitamini ve 375mg kalsiyum almış ve kalan yemiş beşi hiçbir şey almamış. Kadınlar doğum yapmış. Bebeklerin ortalama doğum tartıları sırasıyla şöyle bulunmuş; 3140gram, 2890gram ve 2730gram (17).
Benzer bir çalışma Londra’da ortalama kan D vitamini düzeyi 20nmol/L olan Asyalı gebe göçmen kadınlar üzerinde yapılmış. Kadınların bir bölümü gebeliklerinin son üç ayında günde 1000 ünite D vitamini, kalan bölümü ise yalancı ilaç (plasebo) almış. Çocuklar doğmuş ve bir yaşına gelince boyları ve kiloları ölçülmüş. Annesi D vitamini alan bebeklerin kilosu 9390gram ve boyları 76.2cm iken, Annesi D vitamini almayan bebeklerin kiloları 8980gram ve boyları 74.6cm bulunmuş (18).

D vitamininin başka ne gibi faydaları var?

D vitamininin faydaları saymakla bitmiyor. Bakın başka bir araştırmada 1669 çocuk 5 yıl boyunca astım ve atopik egzama açısından incelenmiş (19). Anneleri hamileyken D vitamini düzeyi yüksek olanlarda bu hastalıklar daha az görülmüş. Bu araştırma D vitamininin alerjik hastalıklardan da koruduğunu gösteriyor.

D vitamini diş çürüklerinin korunmasında da önemliymiş; açıkçası ben daha önce bunu bilmiyordum. Bu araştırmada 206 gebeden doğan bebekler 16 ay boyunca diş çürükleri açısından incelenmiş ve bunların üçte birinde çürük saptanmış. Çürüğü olmayan bebeklerin annelerinin gebeliğin 3. ayındaki D vitamini düzeyi 52. 8 nmol/L iken çürük olanların annesinde bu rakam 43nmol/L imiş (20).

Finlandiya’da 10366 çocuk 1966’dan 1997 yılına kadar incelenmiş. Bunlar içinde 1 yaşına kadar günde 2000ünite D vitamini alan çocuklardaki diyabet oranı 8 kat daha az bulunmuş (21). Bu arada Finlandiya’nın çok az güneş alan ve Dünyada Tip 1 diyabetin en sık görüldüğü olduğunu hatırlatmakta da fayda var.

D vitamininin enfeksiyon hastalıklarına, kansere ve romatizma gibi iltihabi hastalıklara karşı olan koruyucu etkilerinden daha önceki yazılarımızda geniş bir şekilde bahsetmiştik.

D vitamini her derde deva gibi

Çok doğru. Tevekkeli atalarımız ‘Güneş giren eve doktor girmez’ dememişler.

Gebelikte alınması gereken başka ne gibi takviyeler var?

Aslında çok sayıda takviye var ama ben sadece birkaç tanesini daha anlatıp konuyu kapatacağım.

1. Probiyotikler: Bağırsak mukozasında bulunan normal flora mikropları (faydalı mikroplar, probiyotikler) mukozadaki normal bağışıklık toleransının sağlanmasında ve şekillenmesinde önemli roller oynuyorlar. Floranın bozulması mukozal bağışıklığı bozarak birçok alerjik hastalığın ve bu arada astımın da sıklığını artırıyor. Alerjik çocukların bağırsak florası alerjik olmayanlara nazaran daha bozuk. Üstelik bu bozuklukları henüz klinik belirtiler ortaya çıkmadan önce tespit etmek mümkün(22).

Şu araştırma da çok ilginç… Bu çalışmada hamileliklerinde probiyotik kullanan annelerin bebeklerinde atopi (alerji) oranının belirgin düşük olduğu saptanmış; üstelik de bu kadınlar alerjik olmasına rağmen (23). Yani anlayacağınız alerjik hastalıklar da büyük ölçüde genetik değil; aynı aile içinde çok daha fazla görülse de.

2. İyot: Dünya sağlık Örgütünün verilerine göre Dünya nüfusunun dörtte birinde iyot yetersizliği var. İyot insan vücudunda sadece tiroid hormonu sentezinde kullanılıyor (24).

Tiroid hormonları birçok organın ve özellikle de merkez sinir sisteminin anne karnı ve doğum sonrası gelişiminde son derece önemli görevlere sahip. Hayatın bu kritik dönemlerinde tiroid hormonlarının eksikliği geri dönüşümsüz beyin hasarına yol açıyor. Başlıca klinik bulgular zeka geriliği, şaşılık, sağırlık, cücelik, motor gerilik ve seksüel olgunlaşma gecikmesi.

İyot yetersizliğine bağlı konjenital hipotiroidi anne karnında, tiroid bezi aplazi (bezin yokluğu) ya da hipoplazisine (bezin küçüklüğü) bağlı hipotiroididen daha ağır beyin hasarına yol açıyor. Bunun nedeni tiroid bezi hipoplazisine bağlı hipotiroidide anneden geçen tiroid hormonlarının fetüsü korumasıdır. İyotlu tuz kullanılmasına da döllenmeden daha önce başlanması gerekiyor. Neyse ki piyasadaki tuzların çoğu iyotlu.

3. A vitamini yetersizliği

A vitamininin aktif formu olan retinoik asit fetüs gelişimini sağlayan çok sayıda genin düzenleyicisi. Annede A vitamini yetersizliği göz, kardiyovasküler ve ürogenital bozukluklar, dudak-damak yarığı ve diafragma fıtığı gibi anomalilere neden oluyor (25). Bu kusurlar 3-7. gebelik haftaları arasında gerçekleşmekte.

Annedeki A vitamini fazlalığı da şekil bozukluklarına yol açabiliyor; göz anomalileri, dudak-damak yarığı, hidrosefali ve spina bifida (omurga yarığı) gibi (26). 10,000 İÜ/gün gibi dozlar tamamen güvenlidir. Tehlikeli olan günde 40,000 İÜ’den yüksek dozların haftalarca alınması. Ama sağlıklı beslenen bir gebenin A vitamini takviyesi almasına gerek yok. Özellikle karaciğer, yumurta sarısı, tereyağı, krema, yeşil yapraklı sebzeler, havuç ve narenciye A vitamininden ya da A vitamini öncüsü ß-karotenden zengin gıdalar. Bunlar daha güvenilir.

4. Demir eksikliği

Gelişmiş ülkelerde gebelerin %20-40’nda, az gelişmiş ülkelerdeki gebelerin ise %60 kadarında kansızlık (anemi) var(27). Bu kansızlığın temel nedeni demir eksikliği. Demir eksikliğinin nedeni ise fetus (cenin) ve plasentanın (çocuk eşi) demir ihtiyacının artması. Her ne kadar hamilelik sebebi ile adet kanamalarına bağlı demir kaybı ortadan kalkmış bile olsa demir eksikliği gelişebilmekte. Hamilelik döneminde anne, iki kişilik demir ihtiyacını karşılayacak şekilde beslenmeli. Hamilelik döneminde artan kan hacmi nedeniyle de daha fazla demire ihtiyaç duyulmakta.

Gebelikte ya da erken süt çocukluğu döneminde demir eksikliğine maruz kalmış bebeklerde bilişsel ve davranışsal bozukluklar (motivasyon eksikliği, dikkat dağınıklığı, iletişim bozukluğu, öğrenme bozukluğu) olmakta(28). Demir eksikliği düzeltilse bile bu bozukluklar tamamıyla düzelememekte.

Her ne kadar fetüs annedeki hafif demir eksikliklerinden fazla etkilenmezse de ağır eksiklikler için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Bu nedenle kadın-doğum hekimleri izledikleri kanı düşük gebelere gebeliğin üçüncü ayından itibaren doğuma kadar 6 ay süreyle ve doğumdan sonra da 3 ay olmak üzere toplam 9 ay süre ile demir hapları veriyorlar.

Bildiğiniz gibi en iyi demir kaynağı kırmızı etlerdir. Etlerdeki demirin kaynağı hemdir ve bu demir iki değerlikli olduğundan bağırsaktan gayet rahat emilir. Meyve ve sebze ve baklagillerde (nohut, fasulye, mercimek vb) bulunan hem dışı demirler üç değerlikli olduklarından bağırsaktan iyi emilmezler. Ama emilimi yiyeceklerle birlikte alınan C vitamininden zengin gıdalar (taze meyve ve sebzeler) ile arttırabilmek mümkün. Üzüm pekmezi sanıldığı kadar iyi bir demir kaynağı değil.

Bir başka sorun da mide asidinde azalma olması. Mide asidini azaltan (H2 reseptör kırıcıları, proton pompası inhibitörleri) ya da nötralize eden (antasitler) ilaçları kullanmak da üç değerlikli demirin kolay emilebilen iki değerlikli demire dönüşmesini azaltıyor.

5. B12 vitamini eksikliği

Son yıllarda B12 vitamini eksikliği müthiş bir artış gösterdi. Türkiye’de her beş kişiden en az birisinde B12 vitaminin değerleri çok düşük. Hafif eksiklikleri de sayarsak neredeyse her üç kişiden birinde eksiklik var.

B12 vitamini hayvanların bağırsaklarında bulunan bakteriler tarafından sentezleniyor. İnsan kalınbağırsağında da B12 vitamini üretilebilirse de reseptörü ince bağırsakta olduğu için kana geçemiyor.

B12 vitamini et, balık, yumurta, peynir süt, gibi hayvani gıdalarda bulunur, bitkilerde bulunmaz. Bu nedenle vejetaryenler daha da büyük tehlike altındadırlar. Laktoovovejetaryenler için de tehlike büyük, çünkü doğal ortamda beslenmemiş hayvanların süt ürünlerinde ve yumurtalarında yeterli B12 vitamini yok.

Sütün içerdiği B12 vitamini ısıtıldığı zaman büyük ölçüde tahrip oluyor. Ancak mayalanırsa içinde bulunan faydalı mikroplar B12 vitamini ve diğer vitaminleri üretmeye başlıyorlar. Ancak markette satılan süt ürünlerinin çoğunda ekşime (fermentasyon) önlendiği için yeteri kadar B12 vitamini sentezlenemiyor.

Yumurtalar da eskisi kadar B12 vitamini içermiyor. Çünkü yumurtaların tamamına yakını çiftlik yumurtası. Bunları yumurtlayan tavuklar artık börtü böcek yiyemiyorlar.

Bir başka sorun da mide asitinde azalma olması. Mide asitini azaltan ya da nötralize eden ilaçları kullanmak da B12 vitamininin aktifleşmesine izin vermiyor.

B12 vitamin eksikliklerinde zihinsel ve sinirsel fonksiyonlar bozuluyor, kulak çınlaması, hissizlik, depresyon, kansızlık gibi belirtileri görülüyor.

Yakın zamanda yapılan önemli bir araştırmada gebelikte B12 vitaminin düşük olmasının doğan çocukta insülin direnci (metabolik sendrom) gelişmesine neden olabileceği gösterildi (29).

B12 vitamini eksikliği tıpkı folik asit eksikliği gibi beyin ve omurilik anormalliklerine sebep olabiliyor (30).

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz