Neşter gerçekte kimin elinde?

0
926

Bilinmeyen bir zaman diliminde ve adı bilinmeyen bir ülkede, tüm dertleri kâr hırsı olan firmalar ve tek sorunu halkın sağlığı olmayan doktorlar yaşıyormuş. Bu firmalar yurtdışından çok ucuza ithal ettikleri koroner arter hastalıklarında kullanılan stentleri, devlete fahiş fiyata satıyorlarmış. Ve stentleri taktırmak için yarış halindelermiş. Bu durum bu bilinmeyen ülkenin kurumlarının parasal kaynakları talan edilerek gerçekleştiriliyor, ucuz fiyata ithal edilen stentler devlet kuruluşlarına fahiş fiyatlara fatura edilip para doktorlarla paylaşılıyormuş.

Yıllarca yüksek fiyatlara ve gerekli gereksiz hastalara uygulanan işlem faturalarının kabarması sonucu, bunun nereden kaynaklandığını inceleyen devletin güvenlik birimleri ülkenin sağlık alanında, insanların sağlığı üzerinden gerçekleştirilen firma-doktor vurgununu tespit etmişler. Bu bilinmeyen ülkenin devlet güvenlik birimlerinin kapsamlı araştırması sonucunda büyük vurgunun delilleri toplanmış, soruşturmaları yapılmış ve zanlılar hakkında çete oluşturmak, devlet kurumlarını zarar uğratmak ve halkın sağlığı üzerinden sahtekârlık yapmak suçlarından dava açılmış.

Evet Geçen hafta Neşter Operasyonu olarak bilinen bu dev dava sonuçlandı ve “Hakim Orhan Karadeniz, sanıklardan SESA firması sahibi İbrahim Erdoğan’ı, örgüt kurmak, görevi kötüye kullanmak ve piyasada mal darlığına sebep olmaktan 2 yıl 4 ay 10 gün, Onmed Medikal ve Kemer Country’nin sahibi Mehmet Nazif Edin’i de, örgüt üyesi olmak, piyasada mal darlığına sebep olmak ve müteselsilen dolandırıcılık suçlarından 3 yıl 2 ay 10 gün hapse çarptırdı.

KKTC 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın doktoru Prof. Dr. Derviş Oral da, örgüte yardım suçundan 5 ay hapse mahkûm edilirken, cezası 900 YTL adli para cezasına çevrilerek ertelendi. Oral, ayrıca görevi kötüye kullanmak suçundan da 10 ay hapse mahkûm edildi, ancak bu cezası paraya çevrilmeden ertelendi. Karadeniz, 38 sanığı da, ‘örgüte üye olmak, örgüte yardım etmek, piyasada mal darlığına sebep olmak ve görevi kötüye kullanmaktan’ hapis ve adli para cezalarına çarptırdı. Bazı sanıklara verilen cezaları paraya çeviren, bazılarını da paraya çevirmeden erteleyen Karadeniz, 22 sanık hakkında ise beraat kararı verdi”.

Baklava çaldığı için ya da slogan attığı için çocukları ve gençleri yıllarca hapislerde çürütürken şahin olan mevcut adalet sistemi halkın trilyonlarınını iç ettikleri sabit olan bu kişilere karşı güvercin bile değil serçe oluyorlar. Bu ülkenin belki de en büyük sağlık skandalında zanlılar hakkında 1 yılı geçmeyen, paraya çevrilebilir ve hatta ertelenen hapis cezaları verilmiş. Kararda bu ülkenin ciddi üniversite ve kurumlarında çalışan profesörlerin adı ve toplumsal statüleri de dikkate alınarak onlar incitilmemeye çalışılmış; ama bu adaletsiz kararın onuru ayaklar altına alınan gerçek Türk hekiminin, ve daha da önemlisi trilyonları gasp edilen Türk halkını nasıl yaralandığını nedense kimse düşünmemiş. Bu irini deşecek neşter gerçekte kimin elinde acaba?

Bültenimizin mevcut sayısında bir hafta ara ile bu konu üzerine Prof. Dr. Şükrü Hatun (21/01/2007) ve Doç . Dr. Mustafa Özcan Soylu’nun (28/01/2007) Radikal-2’de çıkmış iki yazısını yayınlıyoruz.

Enseyi karartmamak

Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nin baskı dolu koridorlarını babacanlığı ile yumuşatan Nurettin Soyer dışında, karşılaştığım savcı örnekleri, daha çok Kafka’nın romanlarındaki gibi “insanı evrak gibi gören” türdendi. Onlara bakınca ve büyük suçlamalar için yazdıkları sığ iddianameleri okuyunca zihnimdeki “Cumhuriyet Savcısı” imgesi giderek silikleşti. Hukuk terimlerine uzak olsam da savcıların mahkemede “kamu” adına bulunduklarını, bu nedenle de toplumun yararını savunmakla görevli olduklarını biliyorum. Ama ülkemizde “devlet” düşüncesi o kadar merkezi bir yere sahip ki, “kamu” adına davranması gerekenler hep devletin baskıcı yüzüyle çıktılar toplum karşısına. En son Susurluk olayında pik yaptığı gibi toplumun geniş kesimleri aslında İtalya’daki “Temiz eller operasyonu” savcıları gibi hukuk adamlarına özlem duyuyordu. Bu özlemde, suç dosyalarında toplumsal yaşamın her alanında görünen yozlaşmayı etraflı bir şekilde inceleyen ve bulduğu bağlantılarla “kamu yararının” nasıl tahrip edildiğini gösteren savcı arayışı vardı.

İddianame

Kamuoyuna “Neşter-1 Operasyonu” olarak yansıyan davanın savcısı Ömer Süha Aldan’ın yazdığı iddianameyi okuduğumda bu arayışa bir karşılık bulmuş ve bu ülkede “enseyi karartmamak için” hâlâ güçlü nedenlerimiz var diye düşünmüştüm. Hatırlayacaksınız bu davada Savcı, SSK’ya tıbbi malzeme satan firmalar ve yöneticileri ile kuruma alımı yapan bürokratların yolsuzluk yaptıklarını, suç örgütü gibi davranarak piyasada mal darlığına sebep olduklarını, örneğin daha sonra SSK’nın 173 dolardan alabildiği stentleri bu sayede 1750 dolardan sattıklarını, bu süreçte hekimlerin de önemli roller oynadıklarını iddia ediyordu.

Bizim açımızdan önemli olan ise, 59 sanığı ilgilendiren ve bazılarına sıradan görünebilecek bir yolsuzluğun arka planında bireysel çıkarı tahripkâr bir şekilde öne çıkaran bir hekimlik yozlaşması ve buna eşlik eden sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi operasyonu olduğunu birçok örnekle anlatılmasıydı.

Daha önce Türk Tabipleri sözcüleri ve birçok bilim insanının saptamaları, daha önemlisi halkın her gün yaşadıkları sağlam bir bütünlük içinde iddianamede yer alıyordu. Savcı, Hipokrat yemini ederek göreve başlayan hekimlerin bir süre sonra “dürüstlüğü enayilik olarak gören” bir düşünce tarzı geliştirmeleri karşısındaki hayal kırıklığını gizlemiyordu, ama bunun gerisinde kamu tarafından verilen ücretin yetersizliği olduğunu vurguluyordu.

Bu iddianame, SSK’nın hortumlanması ile kamu sağlık kurumlarının çökertilmesinin, doktorların özel muayenehanelerine gitmeden ihtimamlı muayenene olamama ile hekimliğin ticaretin bir parçası haline gelmesinin, İstanbul’daki MR sayısının fazlalığı ile özel sağlık kurumlarında muayene olmanın özendirilmesinin, hekimlerin tıbbi kararları üzerinde maddi çıkarın artan etkisi ile tıp fakültelerinin toplumdan uzaklaşmasının, devletin küçülmesi ile soygunların ikiye katlanmasının, hekimlerin yabancı şirketlerin piyonu haline gelerek yoksul hastaları denek olarak kullanması ile özel sağlık kurumu açmanın özendirilmesinin aslında aynı suçun tezahürleri olduğunu anlatıyordu.

Sanıyorum bu iddianame, insanın biyolojik varlığının nasıl sömürü kaynağı haline getirildiğini ayrıntılarıyla anlatan bir suç belgesi olarak tarihe geçti. Geçen hafta ise bu dava sonuçlandı ve “Hakim Orhan Karadeniz, sanıklardan SESA firması sahibi İbrahim Erdoğan’ı, örgüt kurmak, görevi kötüye kullanmak ve piyasada mal darlığına sebep olmaktan 2 yıl 4 ay 10 gün, Onmed Medikal ve Kemer Country’nin sahibi Mehmet Nazif Edin’i de, örgüt üyesi olmak, piyasada mal darlığına sebep olmak ve müteselsilen dolandırıcılık suçlarından 3 yıl 2 ay 10 gün hapse çarptırdı. KKTC 1.

Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın doktoru Prof. Dr. Derviş Oral da, örgüte yardım suçundan 5 ay hapse mahkûm edilirken, cezası 900 YTL adli para cezasına çevrilerek ertelendi. Oral, ayrıca görevi kötüye kullanmak suçundan da 10 ay hapse mahkûm edildi, ancak bu cezası paraya çevrilmeden ertelendi. Karadeniz, 38 sanığı da, ‘örgüte üye olmak, örgüte yardım etmek, piyasada mal darlığına sebep olmak ve görevi kötüye kullanmaktan’ hapis ve adli para cezalarına çarptırdı. Bazı sanıklara verilen cezaları paraya çeviren, bazılarını da paraya çevirmeden erteleyen Karadeniz, 22 sanık hakkında ise beraat kararı verdi”.

Dilerim bu iddianameyi Türk Tabipleri Birliği bir kitap olarak basar ve bütün hekimlere dağıtır. Bense hem kendi adıma ama en çok da, her şeye rağmen hekimlik onurunu korumaya devam eden ve varlıkları ile hâlâ daha büyük yozlaşmaları engelleyen hekimler adına sayın savcıyı ve bu davanın hakimlerini selamlamak ve başarılar dilemek istiyorum. Kalbimiz sizinle sayın savcı ve hakimler…

Prof. Dr. Şükrü Hatun /Kocaeli Üniversitesi

Radikal-2 (21/01/2007)

Azizler, âlimler ve ensesi kalınlar

Gerçek bilmeye dayanır. Bilme her zaman bölümlü ve geçicidir. Bölümlüdür çünkü insanın ve olayların kapsayıcı bir kuramı olamaz. Geçicidir çünkü gerçek kendisini sürekli bir yeni bilmede ortaya çıkartır.
Radikal İki ekinde Prof. Dr. Şükrü Hatun’un “Neşter-1 Operasyonu” ile ilgili yazısını okuduktan sonra aklıma gelen şey “gerçek ve bilme” ile ilgili yukarıdaki satırlar oldu.

Şükrü Hatun’un hekimlik onuru ve bu davanın sonuçları hakkındaki duygusal yazısına saygı duymakla birlikte bu dava ve sonuçları ile ilgili farklı bir bakışa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Dağ fare doğurmuştur.”
İşte nedenleri:

  1. Neşter-1 Operasyonu sadece Ankara’da sınırlı kalmış “lokal” bir davadır. ‘Iceberg’in altı İstanbul’dur ve tüm çıkar ilişkileri ile aydınlatılmayı bekliyor.
  2. Hapis cezalarına çarptırılan kamu görevlileri olan hekimler hâlâ üniversite ve devlet hastanelerindeki görevlerine devam ediyor. Bu davada adı geçen Rauf Denktaş’ın profesörünün 10 aylık hapis cezası paraya çevrilmeden ertelendi. Davada adı geçen profesörler, doçentlik jürilerine girmekte olup ulusal kongrelerde oturum başkanlığı yapıyor.
  3. Bu davanın ve sonuçlarının hiçbir caydırıcılığı olmadı. Aynı oyun “ilaç kaplı stentler” üzerinden daha yaygın bir şekilde devam etmekte olup bu dava sonuçunda “dürüstlüğü enayilik olarak gören” hekim sayısında hızla artış oldu ve olacaktır.

Bilirkişisi olarak bulunduğum bu davanın soruşturması sırasında davanın savcısı Ömer Süha Aldan’la aramızda geçen konuşmada, her ikimizin de espirili olarak yaşadığı iki endişe mevcuttu. Doçentlik sınavına hazırlandığım ve bu davanın bilirkişisi olarak hissettiğim “akademik olarak engellenme endişesi“, davanın savcısının hissettiği “kalbimize bir şey olursa, bu dava sonuçunda bize bakacak kardiyolog bulamayacağız endişesi” o dönemlerde hekimlik onuru ile bağdaşmayan bu insancıkların güçlerini de gösteriyordu.

O yüzden “kalbimiz sizinle sayın savcı ve hakimler…” demenin yeterli olamayacağını düşünüyorum. Bu ülkenin üniversite kurulları, tabip odaları ve hekimleri bir baskı ve yaptırım güçü olmadığı sürece -ki bu davada adı geçenlerin hâlâ üniversitedeki görevlerine devam ettiği dikkate alınırsa- daha uzun süre kahraman savcı ve hakimlere ihtiyaç duyacağız.

Bu yazı Şükrü Hatun’a karşı polemik yazısı olarak okunmamalıdır. Hekim onuru konusundaki hassasiyeti ve samimiyeti konusunda şüphem yoktur. Davanın sonuçlanmasının ertesinde yazılan aşağıdaki yazıdan da görüleceği üzere bu dava sonuçlarıyla birlikte koca bir hayal kırıklığıdır.

Oedipus miti ve 1. Neşter Davası

Oedipus mitinde ve Claudel’in Coufontaine üçlemesinde olduğu gibi, güzel nesne iğrencin soyundan istenmeyen çocuk olarak doğmuştur. Psikanalizin klişelerinden biri, iyi bir psikotiğin yetişmesi için üç kuşağa ihtiyaç duyulmasıdır. Lacan’ın Counfontaine üçlemesi analizinin çıkış noktası da bir arzu nesnesini meydana getirmek için üç kuşağın gerekli olduğudur.

Birinci kuşakta, kaderin bir oyunu olan yanlış sonuç ile katastrofik olaylar harekete geçer;

Bunu izleyen şey ise “anlama zamanıdır”.

Son olarak, bir “moment de voir” (görme anı) gelir. Neyi görmek? Elbette ki güzel nesneyi.

Yanlış sonuç

Bilinmeyen bir zaman diliminde ve adı bilinmeyen bir ülkede, tüm dertleri kâr hırsı olan firmalar ve tek sorunu halkın sağlığı olmayan doktorlar yaşıyormuş. Bu firmalar yurtdışından çok ucuza ithal ettikleri koroner arter hastalıklarında kullanılan stentleri, devlete fahiş fiyata satıyorlarmış. Ve stentleri taktırmak için yarış halindelermiş. Bu durum bu bilinmeyen ülkenin kurumlarının parasal kaynakları talan edilerek gerçekleştiriliyor, ucuz fiyata ithal edilen stentler devlet kuruluşlarına fahiş fiyatlara fatura edilip para doktorlarla paylaşılıyormuş.

Anlama zamanı

Yıllarca yüksek fiyatlara ve gerekli gereksiz hastalara uygulanan işlem faturalarının kabarması sonucu, bunun nereden kaynaklandığını inceleyen devletin güvenlik birimleri ülkenin sağlık alanında, insanların sağlığı üzerinden gerçekleştirilen firma-doktor vurgununu tespit etmişler. Bu bilinmeyen ülkenin devlet güvenlik birimlerinin kapsamlı araştırması sonucunda büyük vurgunun delilleri toplanmış, soruşturmaları yapılmış ve zanlılar hakkında çete oluşturmak, devlet kurumlarını zarar uğratmak ve halkın sağlığı üzerinden sahtekârlık yapmak suçlarından dava açılmış.

“Güzel nesne”yi görme anı

Uzun yıllar süren bu dava sonuçunda karar açıklanmış. Ve adı bilinmeyen bu ülkenin belki de en büyük sağlık skandalında zanlılar hakkında 1 yılı geçmeyen, paraya çevrilebilir hapis cezaları verilmiş. Kararda bu ülkenin ciddi üniversite ve kurumlarında çalışan profesörlerin adı ve toplumsal statüleri de dikkate alınmış yani “güzel nesneyi” görme anı etkili olmuştur.

Ölçme doğrusallığı içerir. Nitelik çok anlamlı, nicelik tek anlamlıdır. Nicelleşmiş hayat, bildiğimiz menzilin içindeki ölüm yürüyüşüdür. Ruhların ışıklar saçarak cennete yükselmelerinin yerini, gelecek hakkında yapılan boş spekülasyonlar almıştır.

Zamanın anları eski toplumların döngüsel zamanlarında olduğu gibi artık ışık saçmıyor. Zaman ince bir çizgidir; doğumdan ölüme, geçmişin anılarından geleceğin beklentilerine uzanan ebedi hayatta kalma, kendi devamlılığını geçmiş ve gelecek zamanın kemirdiği melez anlardan ve şimdiki zamanlar dizisinden alır. Dünyadaki fani varlığımız için çok güç olsa da kozmik güçlerle ortak yaşam duygusu atalarımızı neşeye boğmuştu. Böyle bir neşeden geriye ne kaldı? İnsan artık zamanın merkezi değil, zamanın içinde sadece bir noktadır.

Zaman, her birisi mutlak ama sonsuz olarak tekrarlanan ve tekrar tekrar bölünen bir mutlak, art arda noktalardan oluşuyor. Sevişmek de, hasta olmak da, motosiklet sürmek de aynı şeydir. Her anın başka kalıp tarzı vardır ve bu an’da insan yoktur.

Zamanın merkezinde aktif olarak yer almayıp noktasal tarzda varoluşunu yaşayan insan artık kendi sağlığının gaspına da seyirci konumundadır. Ekonomik buyruklar ile insan faaliyetlerinin tümüne piyasanın standart ölçüm sistemlerini dayatmak istiyorlar. Niteliğin yerini çok büyük nicelikler almıştır. Bu nicelik bile karneye bağlanmış ve ticarileştirilmiştir. Nicelleştirilmiş hayat, bildiğimiz bir menzilin içindeki ölüm yürüşüdür.

Doç . Dr. Mustafa Özcan Soylu/Kardiyoloji uzmanı

Radikal-2 (28/01/2007)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz