Geri dönüşü olmayan yol ayrımında transgenik ürünlere hayır !

0
926

Genetiği değiştirilmiş (transgenik) ürünler üzerindeki tartışmalar durmak bilmiyor. Bir grup insan bizimki gibi ‘bunlar zararlıdır, hepsi ortadan kaldırılmalıdır’ diyor. Karşı grup ise ‘genetiği değiştirilmiş ürünler açlık tehlikesini azalttığı için mutlaka kullanılmalıdır, çevreciler bu konuyu aşırı abartıyor mevcut sakıncalar çok önemli değil, giderilebilir’ diyor.

Bültenin bu sayısında yılarını soyaya adamış bir idealist olan Yüksek Ziraat Mühendisi Ahmet Nedim NAZLICAN’ın Cine Tarım Dergisi’nde 2003 ve 2004 yıllarında yayınlanmış 4 yazısını sunuyoruz. Her ne kadar Ahmet Nedim NAZLICAN ile soya konusunda anlaşamıyorsak da transgenik tarım ürünleri ile ilgili fikirlerini tümü ile benimsiyoruz. Konuya ilgi duyanlar akıcı bir uslupla yazılmış bu yazıları kaçırmasınlar.

Buzdağının görünmeyen yüzü: Şu transgenik denen elmaşekeri

Ahmet Nedim NAZLICAN
(Cine Tarım Dergisi, Sayı: 48, Haziran-2003, S: 30-31, Adana )

Bilim dünyası insanları şaşırtmaya devam ediyor. Öylesine inanılmaz hızla ilerlemeler sergileniyor ki, yetişmek çoğu kez mümkün olmuyor. Her gün yeni bir keşif, yeni bir metot ortaya konuyor. Bilim ve teknolojinin sunduğu yenilikler de insanda epeyce bir alışkanlık yapıyor olmalı ki, her yıl yeni ve daha verimli bir tohumluk çeşidini arayan çiftçiler gibi, hepimiz aç gözlerle yenilikleri bekleyip duruyoruz.

Sabun köpüğü gibi çabucak tüketilip eskitilen nesneleriyle hayat daha bir kolaylaşırken, kısa sürede eskitilen şeylerin hemen terk edilmesi de oldukça vefasızlık kokan bir davranış olsa gerek.

Fast food kültüründe sembolleşen bu aceleci tüketim alışkanlığı gözleri öylesine boyamış olmalı ki, piyasanın üretim yamacındaki kimi uyanıkların bundan anlamlar çıkarması hiç de zor olmuyor. İnsanlara gerçekten yararlı pek çok buluşun yanında, para ve ün kazanma amaçlı tonla sahte gelişmenin de söz konusu olduğu hepimizin malumudur sanırım.

Bilimselliğin kelime anlamı gereği; araştırıcı, şüpheci, uzun süreler bile sürse ikna olmayı bekleyici tavır ve düşünceler giderek yok olmaya başladı. Herkeste bir acelecilik, bir pay kapma telaşı var artık. Geç kalan kaybeder anlayışı, haklı olanın veya kaliteliyi, yarayışlıyı üretenin elinde bile bir dezavantaj olarak belirmekte.

Özellikle gıda ve ilaç sektöründe yeni bir buluşun devreye girişi, çok uzun yıllar süren çalışmalara, denemelere ve analizlere mal olarak sonuçlandırılmaya çalışılırken; son dönemlerde atlı kovalar gibi bir acelecilikle işler hallediliyor izlenimi verilmekte. Pek çok sektörde olduğu gibi, tarımsal uygulamalarda da doğruyla yanlış, bilime uygun olanla olmayan birbirine karışmış durumda.

Herkesi ilgilendiren bir konu olarak, sağlıklı beslenme adına iddia edilen hangi metot ya da bilgiye tamamen inanmak mümkün ? Yakın geçmişte “ iyidir, bolca tüketilmelidir” denen kaç besin bugün öcü listesine alınmış ya da “yararsızdır” denilen neler, bugün “ bir yanlışlık olmuş, meğer çok faydalı bir madde imiş” diye yeniden gündeme taşınmakta. Gelişmiş ülkelerden yola çıkan bir çok tıbbi araştırma, günümüzde maalesef kafaları allak bullak etmiş durumda. İnsan neye inanacağını şaşırıyor.

Transgenik yani genetik değişikliğe uğramış gıdalar konusu da bundan farklı değil. Zaten mazisi yeni bir uygulama olduğundan hakkında toplumun geneline mal olmuş fazlaca bir bilgi birikimi yok.

Son derece teknik bir konu olması yanında, konu hakkında istenilen her türlü bilgiye kolayca ulaşılamaması, hatta bazı konuların sır olması, bu yeni dönem teknolojik gelişmenin ürkütücülüğünü ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Sonuç olarak; yanında olanlarla karşı olanların hemen hemen aynı miktarlarda olduğu bir alanda, ikna olmak oldukça zor.

10-12 yıl önceydi; bir dergideki kısa bir haber içinde ilk kez duymuştum transgenik kelimesini. Bilim adamları kot kumaşının üretimindeki boya masraflarından kaçınmak ve doğayı daha az kirletmek için, eskiden mavi renkli boyarmadde olarak kullanılan çivit otundan pamuk bitkisine gen transferi yapmışlardı.

Tabii ki, bu örnek bugün için oldukça basit kalıyordu. Sonraları, tüm dünyada yılda 30 milyar dolar civarında zarara sebep olan yaprak bitine karşı, kardelen bitkisi çiçeklerinin salgıladığı lektin proteininin patatese aktarılarak yaprak bitlerinin kısırlaştırılmasının sağlandığını da okumuştum. Minicik haberlerin müjdelediği gelişmeler müthişti ve büyük zararlardan koruma sağlayıcıydı. Sempati duymamak mümkün değildi.

Son 15 yılda çığ gibi büyüyen bir alan olarak transgenik ürünler konusu, birden yoğunluk kazanmaya başladı. Bir yandan cansiperane savunucuları vardı reklamını yapan, öte yandan da ateşli nutuklar atarak olumsuzluklarını sıralayanlar. Büyük çoğunluksa, içinde gerçekte neyle karşılaşacağını bilemediği bir elmaşekeri gibi elinde bulduğu bu yeniliğin tedirginliğini yaşıyordu. Bazı ürünlerde birkaç yıl içinde % 30-40’lara ulaşan transgenik ürün üretimine ABD, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler sıcak bakarken, Avrupa ülkeleri ise bu konuya oldukça soğuk bakmakta ve hatta yasaklama bile getirmekte.

Okuduklarımızın ürkütücülüğü daha ağır bastığından, bu tip ürünlerin yarayışlılığı ve gerekliliğine inanarak ikna olmak zordu. Bilimsel çevrelerdeki hassasiyetlerin giderek esnemelere uğraması da bu konudaki tedirginlikleri ve olumsuz görüşleri haklı bulma yönünde kitleleri etkilemekteydi. Meslek hayatını klasik ıslah teknikleriyle renklendiren bizler bir yana, okuduklarının etkisiyle toplumun bir çok kesimi de kararsızlığını öcü psikolojisi yardımıyla netleştirme durumundaydı.

Bir gün, bu yeni uygulamayı kullanan bir büyük uluslararası firmanın yetkilileriyle tanışma fırsatım oldu. Bu konuyu bizlere de tanıtma ve sevdirme düşüncesiyle geldikleri toplantıda haliyle epeyce tartışma çıkmıştı. Biz gerçekleri öğrenmek ve ikna olmak istiyorduk, onlarsa söylediklerine hemen inanmamızı, teknolojik gelişmeler karşısında pes edip, bu karşı konulamaz güce körü körüne bile olsa hemen sempati beslememizi bekliyorlardı.

Olacak iş değildi tabii ki, bilim bizi dogmatik fikirlerden, sınanıp denemeden iddialara kuru kuruya inanmaktan uzak tutmuyor muydu, o halde bol bol soracaktık, ikna etmek karşımızdakilere düşerdi.

Ben de düşüncelerimi şöyle sıralamıştım; Tarihi gelişimi içinde normal ya da bugünkü hızımıza göre belki oldukça yavaş hızlarla ilerleyen tarımsal gelişimi, dedelerinizin bulduğu sentetik maddeler, örneğin kimyasal gübreler ve ilaçlar birden hızlandırmış, verim seviyelerinde inanılmaz artışlar sağlamışken, bugün onların torunları ekolojik tarım denen ve her türlü sunilikten uzak durup tekrar doğala dönen bir tarım politikasını gündeme getirmiştir. Aynı şey; babalarınızın hormonlarla yaptığı atılımın da bugün öcü pozisyonuna düşmüş olmasıyla bir kez daha ortada.

Bizim mehter takımının adımları gibi, bilim dünyası da iki ileri bir geri gitmeye başladı son zamanlarda. Bir zorunluluk olarak ortaya konulan katkı maddelerinin zararlarını anlatan ne çok yazı okumaktayız. Her gün yeni bir iddia beslenme dünyamızı allak bullak eden bir bomba gibi kucağımıza düşüyor. O halde bunca acelecilik niye ? Niçin, hakkında pek çok olumsuz değerlendirmeler de bulunan bir bilimsel gelişmeyi, bu derece hızla yaymaya, hem de her yönüyle bilgilendirmeler yapmadan sunmaya çalışıyorsunuz ? Acaba, diğer örneklerde olduğu gibi, bir kuşak sonrasını bile beklemeden, kısa bir süre sonra yine aynı şey olur ve gündeme taşıdığınız iddialı uygulamaların verdiği zararlar ortaya konulursa, bundan vicdan azabı duymayacak mısınız ?

Uzmanlar, aydan gelmişiz muamelesiyle yüzlerimize bakarak, transgenik uygulamalarının son derece güvenilir ve bilimsel olduğuna nasıl inanmadığımızın hayreti içerisinde, üstü kapalı bilgilerle bizleri ikna etmeye koyuldular. Bu inanılmaz gelişme, yakın zamanda tüm dünyayı kaplayacaktı, çok uzun seneler boyu süren klasik ıslah tekniklerinin yerini, daha ucuz, daha kolay ve daha hızlı bir teknik almaktaydı. Bizlerin şüpheyle karşılaması veya direnmesi boşunaydı. Zaten her toplumda böyle birkaç muhalif ses bulunurmuş havasında basit cevaplar vererek kalabalıkları ikna etmeye koyuldular. Doğru olabilir ama bunun yolu daha fazla bilgiyi, hem de tüm çıplaklığıyla ortaya koyup, şüpheleri gidermekten geçer.

Bu nedenle sorular devam etti. “ Bu konunun hiç riski yok mu, insanlar rahat rahat bu tür ürünleri alıp yiyebilirler miydi ? ” “ Tabii efendim, ne demekti, zaten ABD’de bile fast food zinciri içerisinde bu tür ürünler büyük miktarlarda tüketiliyordu.”Peki, ne yediklerini bilerek mi tüketiyorlardı, yani sokaktaki insan yediği yiyeceğin paketi üzerinde bu ürünlerin açıklamasını okuyabiliyor muydu ? ” Bundan sonrasında tatmin edici bir şeyler duymak mümkün olmuyordu.

Avrupalılar niye bu bilimsel gelişmelerden ikna olmayıp, bu metodun sağladıklarından yararlanmıyorlardı, yoksa onların o ünlü; çıkarlarına olan şeylerin peşine düşme hırsları körelmeye mi başlamıştı ? ” Cevap hazırdı; “ Deli dana hastalığından bu yana Avrupa piyasalarında yaşanan sıkıntılara karşı bu ülkelerin tepkisi, ABD malı transgenik ürünlerin gelişimini önlemek olmuştur.” Buna yanlış demek mantıklı olmaz belki ama Avrupalı pek çok çevrenin sırf sağlık sebepleriyle bu yeni gelişmeye karşı çıktığı, toplantıları basıp, protestolar yaptığı da unutulmamalı. Yani, ticari kaygıların dışındaki bilimsel itirazlar da dikkate alınmalı aslında.

Birlikte çalışabilir miydik teklifine, şimdilik gerek yok cevabını vermiştik. Zaten hedeflerimiz de çakışmıyor. Biz daha verimli ve kaliteli yeni çeşitler için uzun uğraşlar vermeyi göze alıyor ama sonuçta kimsenin kendisini risk altında hissetmeyeceği ürünleri afiyetle yemesini arzuluyorduk, onlarsa örneğin soyada yabancı ot ilaçlarına dayanıklı çeşitler geliştirerek, bol bol ilaç atımı yoluyla tertemiz (!) üretimler elde edip, dolaylı yoldan verimi yükseltmeyi öne sürüyorlardı ama ekolojik tarımın yaygınlaşmasına sempatik bakan beyinlerin, ilaç kullanımını teşvik eden bu tip uygulamalara sıcak bakması da mümkün olmuyordu.

Kaldı ki, bizim gibi nüfusunun yarıya yakını tarım alanında çalışarak karın doyuran ülkelerde, her şeyi mekanize etmenin ve kimyasal yollarla büyük kolaylıklar sağlamanın bedeli, iş arayan yığınların sayısındaki hızlı artışlarla almak durumunda kalırdık. Olayın sosyal boyutu da önemliydi bizim önerilerimiz açısından.

Bir ürünün risk taşıyıp taşımadığının sorumluluğu alıcıya değil satıcıya düşerdi, bu nedenle pazarlamacıların çok iyi bildiği gibi, doğru bilgilerle ikna edilmeye ihtiyaç var. Belki biraz da zamana. Bilim çevreleri, gerekli analizleri yapıp insanları yeterince bilgilendirmeden, olumlu görüşler belirtmeden, kraldan çok kralcı kesilenlerin abartılı tanıtımları ve güven aşılamaya çalışmalarından fazla etkilenilmeyecektir diye düşünüyorum.

Hele, bu ve benzeri konularda olumsuz eleştiri getirenlerin hemen bilim dışı olmakla suçlanmasına çok bozuluyorum. Üstünde son model bir cep telefonu taşıyan herhangi birinin hemen çok bilimsel bir kişilik olduğunu öne sürmek ne derece inandırıcıysa, yeni olan her şeyi körü körüne benimseyenleri de hemen bilim dostu olarak tanıtmak ya da eleştirenleri bilim düşmanı olarak tanımlamak da o derece haksızlıktır. Bilimin yolu, felsefesi belli oysa ki; şüpheyle karşıla, incele, dene, etraflıca bilgilen, yarar ve zararını net olarak belirle ve iddianı karşındakileri ikna ederek benimset. Biraz da sabırlı ol !

Bu sayıda işin biraz hikaye kısımlarını yazmak zorundaydım. Gelecek sayılarda, bu yeni gelişmeyle ilgili olarak ortaya konulan olumlu ve olumsuz görüşlerden bazı derlemeleri sunmaya çalışacağım. Belki bu satırlar kendi platformumuzda yararlı bir tartışmanın başlamasına da sebep olur. Herkesin eteğindeki taşı dökmesi, bizleri karşılıklı aydınlanmaya götürür. Daha çok bilgiden ne zarar gelecek ki ? Evhamlı yüreklerin dışında …..!


II. Transgenik ürünler öcü mü ?

Ahmet Nedim NAZLICAN
(Cine Tarım Dergisi, Sayı: 49, Temmuz-2003, S: 30-31, Adana )

Son 200 yılda, genetik bilimiyle uğraşan uzmanların ortaya çıkardığı bilimsel gerçekler; bitki veya hayvan türlerinin, ya iki farklı türün doğal olarak melezlenmesi yoluyla ya da var olan herhangi bir türün çeşitli fiziksel veya kimyasal etkenler nedeniyle değişime uğrayarak üremiş olduklarını belgelemektedir.

Bugün bilinen 250 bin bitki türünden çoğunun, 5 bin yıllık bir tarihi geçmişe sahip olduğu, bunlardan ancak 3 bin kadarının insanlarca kullanıldığı ve sadece 150 civarında bitkinin yoğun olarak üretiminin yapıldığı bilinmektedir (1). Örneğin; buğday bitkisi günümüzden binlerce yıl önce, Anadolu’yu da içine alan Ön Asya’da, yabani tiplerinde oluşan değişimler sonucunda ortaya çıkmış ve geçen süre içinde evrim geçirerek bugünkü durumuna, ekmeklik ve makarnalık buğday formları haline gelmiştir (2). Yabani formları belirlenen pek çok bitki türü için bu tip bir gelişme söz konusudur.

Zaman içerisinde doğal melezlemeler yoluyla ortaya çıkan bitkilere, lahana ile yağ şalgamının melezlenmesinden oluşan Kolza (Kanola) örneği verilebilir. Biz klasik ıslahçıların yaptığı da zaten, doğada kendiliğinden gerçekleşen bu iki metodu taklit etmekten başka bir şey değildir. Tahıl ıslahçılarının, buğday ve çavdar melezi olarak elde ettikleri Triticale bitkisi, türler arası melezlemeye iyi bir örnektir.

Yeni bir bitki türünün ortaya çıkarılmasından çok, bir bitkinin yeni çeşitlerinin eldesinde de aynı teknikler üstelik daha yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Ya mevcut bitkiler arasından farklı özelliktekilerin seçimiyle yeni bir çeşit yakalanmış olur ya da bazı özelliklerinden şikayet edilen çeşitlere, aynı bitkinin başka çeşitlerinden melezleme yoluyla gen transferi yapılarak, dayanıklılığı veya verimliliği arttırılmış olunur. Burada doğaya ters bir durum yoktur. İnsan gıdası olarak tüketildiğinde, kafalarda şüpheler uyandıracak herhangi bir olumsuz gelişme söz konusu değildir çünkü.

İnsandan örnek vermek gerekirse; iki insanın evlenip çocuk sahibi olmasında, nadiren ucube tiplerin çıkışı görülebilir ama diyelim ki, insanlara kanat, gaga ya da kuyruk oluşturma geni eklenerek doğaya ters yeni bir insan tipi ortaya çıkartılırsa; bu, insanların kolayca kabul edebilecekleri veya hiç şüpheye düşmeyecekleri, gelecek adına korkuya kapılmayacakları bir gelişme olabilir mi ? O halde, bilimsel çabaların sonucu bile olsa, insanları tedirgin etmeyecek gelişmelere ihtiyacımız var. İnanmakta güçlük çeken insanlara kızmanın ve bilimsel düşünmemekle suçlamanın da bir anlamı ve haklılığı olmasa gerek.

Günümüzde, yoksulların umudu, açların ilacı gibi sunulmaya çalışılan transgenik ürünlerin, bilinen klasik ıslah metotlarına göre bazı üstünlükleri olduğunu inkar etmek mümkün değil. Melezleme çalışmaları sonrasında 10-12 yılı bulan seçme aşamalarına gerek kalmıyor belki ve zamandan tasarruf yanında, bilinen hedefe doğru daha kestirmeden gitmenin getirdiği işgücü ve maliyet kolaylıkları da cabası.

Bizler, yeni bir çeşidin elde edilmesinde kişisel bilgi birikimi ve tecrübe yanında, dikkatli gözlemler yapma ve iyi bir özelliği yakalama şansına da ihtiyaç duyarken; transgenik ürünleri geliştiren meslektaşlarımız laboratuarlarında, sadece istedikleri genin transferini sağlayarak daha kısa sürede sonuç almaktalar. Her şey iyi güzel ama sağlık adına riskler taşıması konusunda rahatlatıcı garantiler verilememesi ne olacak ?

İnsan nüfusu sürekli artıyor. Üstelik gelişmemiş ülkelerde bu artış daha fazla. 50 yıl sonra 9-10 milyar insana ulaşacak olan dünya nüfusunun doyurulamayacak olma endişesi, çözümü güç büyük problemleri bugünden düşündürtmeye başlamıştır bile. Bunca insan nasıl doyurulabilir diye düşünen bilim adamlarının, ürünlerde verim ve kalite artışı yoluyla üretimde bolluk yaratma çabaları, bu tür teknolojik yeniliklere haklı bir kılıf olarak gösterilmekte. (Birkaç gün önce gazete ve televizyon haberlerinden öğrendiğimiz kadarıyla, ABD Başkanı G.Bush da, Afrika’da bu kadar aç insan dururken, AB ülkelerinin transgenik teknolojisine uzak duruşunu eleştirmişti, sanki AB ülkelerinin böyle büyük bir tarımsal potansiyeli varmış gibi … )

Ancak, her yeni metodun başlangıçta taşıdığı bilinmezlikleri ve riskleri nedeniyle, transgenik ürünlerin de insanları ürkütmeye devam ettiğini unutmamak gerek. Geçen sayıdaki yazımda da vurguladığım gibi; bu alana ayrılan pastanın büyüklüğü ve giderek artan üretim miktarları dikkate alındığında, üretici firmaların risk belirleme ve giderme konularında da yoğun emek ve para harcamaları gerekiyor. Bu teknolojinin zararsızlığı konusunda ikna edici araştırma sonuçlarının ortaya çıkarılması, bağımsız bilimsel kurumlar yanında bu tür üretici firmalara da oldukça fazla görev düşmektedir.

Transgenik teknolojisini pazarlayan lobiler ne yapıyor ? “Yaptığım iş bilimseldir, bana güvenin” diyerek kestirip atıyor. Bazı ülkelerde, tarımsal girdilerin yüksekliğinden yılmış üreticilerin kolayca ikna edilmesi ve miktarı artan düzeylerde bu tip çeşitlerin ekilmesi yoluyla, transgenik ürünlerin artışı dev adımlarla ilerliyor.

Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, kimi ülkelerin çekingen davranmaları bu eğilime daha ne kadar direnç gösterebilir bilinmez ama diğer yandan, aynı dünyanın başka köşelerinde tam tersi bir uygulamayla, klasik üretimlerdeki pek çok uygulamayı yerden yere vuran organik tarım gerçeği de büyümeye devam ediyor. Her iki güçlü lobinin hedefleri, birbirine ters ufuklara doğru hırsla koşup dururken, arada kalansa bizim normal rotasında ilerleyen klasik üretim modellerimiz oluyor nedense.

Transgenik ürünler, kelime anlamı olarak gen aktarımlı gıdalar demek. Yani, bir bitki çeşidinin herhangi bir hastalık veya zararlıya karşı dayanıksızlığı söz konusuysa, transgenik teknolojisini kullanan çevrelerce, başka bir canlıdan, istenen gene sahip bir başka bitki veya hayvan türünden o geni alıp, üzerinde çalışılan bitkiye aktarılarak daha dayanıklı yeni çeşitler elde edilebilmekte. Zararlılarla mücadele dışında, ürünün tadını ve görünümünü değiştirmek, taşıma ve depolamaya uygunluğu arttırmak, besin değerini arttırmak amacıyla da gen transferi işlemi uygulanmaktadır (3). İleride aşıların meyvelere yüklenmesi gibi şaşırtıcı bir tıbbi kullanım için de yoğun çalışmaların sürdürüldüğü bildiriliyor.

2000 yılı rakamlarıyla, endüstrileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerde toplam 3.5 milyon üreticinin, 44 milyon hektar alanda transgenik ürün yetiştiriciliği yaptığı tespit edilmiştir. Bu alanların 30 milyon hektarını tek başına ABD sağlamakta, onu 10 milyon hektar ile Arjantin ve 3 milyon hektar ile de Kanada izlemektedir. Zaten bu 3 ülkenin toplam üretim içindeki payları da % 98 oranına ulaşmaktadır. En fazla soya, pamuk, mısır, kanola, patates ve çeltik olmak üzere çok sayıda bitkide transgenik ürün üretimine devam edilmektedir (4).

Zararlı böceklere karşı, Bacillus thuringiensis bakterisinden gen transferiyle doğal bir böcek öldürücü yapıya kavuşturulan (Bt) veya herbisitlere dayanıklı (Ht) bitkiler yanında, yağ asitleri kompozisyonu değiştirilerek kuraklığa ve tuza dayanıklı yeni çeşitlerin ortaya çıkarılması, çiftçilerin beklentisi açısından oldukça tatmin edici.

Risklerine gelince, ilginç bir örnekle başlamak yerinde olacak sanırım. 1990’larda, Brezilya kestanesinden alınan bir gen, proteinini zenginleştirmek üzere soyaya verilir. Böylece soya küspesinin besleyiciliği arttırılmış olacaktır. Ancak, Brezilya kestanesinde bulunduğu bilinen bir allerjik maddenin insan gıdasına karıştığında ne olacağı araştırılıp, insan vücudunun bu maddeye tepki gösterdiği görülünce proje iptal edilmiş. Aynı şey, 2000 yılında ABD’de, yemlik bir transgenik mısır çeşidinin sindirim sırasında yavaş parçalanması nedeniyle allerji belirtileri vermesi üzerine, üretici firma tarafından piyasadan tamamen toplatılmış (5)

Gen aktarımıyla elde edilen transgenik ürünlere ait çiçek tozlarının, ekildikleri araziye komşu bitkilere de bu geni transfer edebilecekleri kuşkusu bilim dünyasının henüz çözemediği bir karabasan gibi duruyor. Hele bir de bu dayanıklılık genleri, kurtulmak için türlü masraflara yol açan yabancı otlara geçerse ve onlarda dayanıklılıklarını arttırırsa vay halimize. Mücadele ilaçlarından büyük tasarruf sağladığı ileri sürülen (1999’da dünya çapında 700 milyon dolarlık bir avantaj sağlandığı iddia ediliyor) transgenik ürünler, bu yolla tam tersine canavarlaşan otlar bile yaratabilir.

Bir süre önce, saldırgan Afrika arılarının, Güney Amerika’daki yumuşak huylu arılarla melezlenmesine göz yuman bazı araştırmacıların, kıta çapında dert yaratan bir katil arı ırkının ortaya çıkmasına sebep oluşu gibi, transgenik ürünlerin bünyesinde yer alan aktarmalı genlerin de istenmeyen gelişmelere yol açabilmeleri şüphesi bilim dünyasını epeyce meşgul etmiş durumda(6).

AB ülkelerinde Frankeştayn gıdalar adıyla protesto edilen transgenik ürünlerin tonlarcasının imha edilmesinin perde arkasında da, sonuçları yeterince incelenememiş olan bu tür ürünler nedeniyle, gelecekte ne tür ürkütücü senaryolarla karşılaşabileceğimiz konusundaki şüpheler yatmaktadır. ABD’de bile yayılmaya başlayan tepkiler yüzünden, bu tür ürünlerden elde edilen gıdaların üzerine genetik değişikliğe uğramış ( Genetically modified-GM) etiketi konularak insanların bilgilendirilmesi zorunluluğu getirilmiştir. Yine de bilmeden bu tür gıdaları tüketen insan sayısının milyonlarca olduğu ortada.

Sonuç olarak; biyoteknoloji tutkunları için bu tür ürünler, geleceği kurtaracak olan mucizevi bir formül şeklinde değerlendirilse de, tüketici koruma örgütleri ve çevreciler içinse, risk ve şüpheler yumağında dönüp duran bir çok bilinmeyenli denklem. Kimin haklı çıkacağını görmek için daha uzun bir süreye ihtiyaç var ve geniş kapsamlı araştırmalara da.

Ancak, birkaç yıl önce İngiltere’de yaptığı laboratuar çalışmalarıyla, genetik değişikliğe uğramış patateslerle beslediği farelerin beyinlerinde küçülme olduğunu ve bağışıklık sisteminin zayıfladığını tespit eden Macar asıllı bilim adamı Arpad Pusztai’nin kısa bir süre sonra işinden uzaklaştırılmasıyla yarıda kalan çalışmaları gibi olursa, gerçeklerin ortaya çıkmasını beklemek de başka baharlara kalacak herhalde. Üstelik bu bilim adamının çalışmasını yeniden deneyerek haklı bulan 20 bilim adamının, aynı yöndeki bilimsel ilanları da fazlaca dikkate alınmadığına göre, çevreye duyarlı insanların işi zor demekten başka bir şey kalmıyor geriye. Yine de, idealist klasik ıslahçıların bildikleri yolda dirençle yol almalarının da önemli olduğuna yürekten inanıyorum.

Transgenik ürünler hakkında gündeme getirilen olumlu ya da olumsuz görüşlerin sonu yok. Bu makalede her iki görüşten de örneklere yer verilmiştir. Gerçekleri ise, gelecekteki bağımsız çalışmaların tespitleri, daha net bir şekilde ortaya koyacaktır. Yazıları karamsar bir havayla bitirmek pek hoş olmasa da, iki hafta önceki bir gazete haberinde konu edilen kıyamet senaryosunu eklemeden içim rahat etmeyecek.

Cambridge Üniversitesi profesörlerinden Martin Rees’in iddiasına göre; kıyametin, gelecek yüz yıl içerisinde gerçekleşme ihtimalinin % 50’lilere ulaşmasında, insanların kontrolsüz teknolojik gelişmeler yoluyla olan katkısı (!) büyük pay sahibi olacaktır. Nükleer terörizm, laboratuarda geliştirilen ölümcül virüsler ve insanın yapısını radikal biçimde değiştirebilecek genetik müdahaleler, göktaşı çarpması gibi doğal afetlerden bile daha büyük bir risk taşımakta gelecek adına. Bile bile lades der miyiz hala, bilinmez !

KAYNAKLAR

1- Gökçora, H., 1973. Tarla Bitkileri Islahı ve Tohumluk. A.Ü.Z.F. Yayın No: 490.
2- Kün,E., 1983. Serin İklim Tahılları. A.Ü.Z.F. Yayın No: 875.
3- Zülal,A., 2003. Gen Aktarımlı Tarım Ürünleri. Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı:426.
4- May Agro Tek, 2000. Sayı: 14.
5- National Geographic-Türkiye. Gıdalar Nasıl Değişiyor. Mayıs,2002
6- Cine Tarım, Sayı: 31, Aralık-2000.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz