Kan kolesterôlünü düşürmek enfarktüs riskini azaltır mı?

0
821

Bu bölümün başlarında da belirttiğimiz gibi kolesterôl molekülleri, tıpkı yağ moleküllerinde olduğu gibi suda çözünemez bir yapıya sahiptir. Bu nedenle kan içerisinde tek başlarına değil, küre biçimindeki, yağ ve protein moleküllerinden oluşan ve lipoprotein adı verilen yapılar vasıtasıyla taşınırlar. Bu lipoproteinlerin suda çözünmesi, kabuk kısımlarında bulunan ve çözünme özelliği yüksek proteinler sayesinde mümkün olur. Bu şekilde lipoproteinler, kolesterôlü tıpkı bir denizaltı misali kan içerisinde vücudun bir yerinden başka bir yerine taşırlar (4).

Bu denizaltılar, diğer adıyla lipoproteinler, yoğunluklarına göre değişik kategorilere ayrılmışsa da, bunlardan özellikle ikisi en çok bilinenleridir. Bunlardan ilki, yüksek yoğunluklu lipoproteinlerdir (HDL), iyi huylu kolesterôl olarak adlandırılırlar ve vücutta taşınan toplam kolesterôlün yüzde 10-15’ini oluştururlar.

Görevleri, kolesterôlü içerisinde damar çeperlerinin de bulunduğu bir grup dış dokudan karaciğere getirmektir. Kolesterôl burada ya safra yardımıyla vücuttan atılır, ya da başka görevler için kullanılır.

Düşük yoğunluklu lipoproteinler (LDL), diğer adıyla kötü huylu kolesterôl molekülleri ise zıt yönde çalışır ve toplam lipoprotein miktarının yüzde 60 ila yüzde 80’ini oluşturur. Vücudun diş dokuları, damar duvarları ve birçok hücre ekstra kolesterôle ihtiyaç duyduğunda LDL denizaltılarını çağırırlar ve böylece bu denizaltılar vasıtasıyla kolesterôl, en çok üretildiği yer olan karaciğerden ilgili hücre ve dokulara iletilir (4).

Konumuzla ilgili bu kısa bilgiden sonra gelelim asıl cevaplanmasını istediğimiz soruya. Acaba neden vücut için önemli biyolojik fonksiyonları bulunan ve kanda doğal olarak bulunan bir madde, taşıma işini karaciğerden dokulara doğru yaparken “kötü huylu” olarak adlandırılıyor da, bu işlemi zıt doğrultuda yaparken “iyi-huylu” olarak adlandırılıyor? Bunun nedeni, birçok araştırmanın, normal değerlerin altındaki HDL miktarı ile normal değerlerin üzerindeki LDL miktarının kalp krizi riskini arttırdığı yönündeki sonuçlarıdır.

Bunun bir diğer deyişi, HDL’nin LDL’ye oranı düşük ise bu bir koroner hastalığı risk faktörüdür. Ancak bir önceki kısımda okuduğunuz bilgilerin ışığında biliyorsunuz ki risk faktörü denilen husus, neden ile aynı şey değildir ve bilinmeyen bir başka neden, kalp krizine sebebiyet verirken aynı zamanda yüksek ve düşük yoğunluklu lipoproteinlerin birbirine olan oranını da değiştirmiş olabilir. Aslında bizce risk göstergesi tabiri daha uygundur.

Doktor Ravnskov “Kolesterol Safsataları=The Cholesterol Myths” isimli kitabında bu durumu, olası diğer zararlı faktörlerin HDL/LDL oranına nasıl direkt etki ettiğini örnekleriyle açıklamıştır (4). Bunlardan ilki, fazla kilolardır. Araştırmalar göstermiştir ki daha düzenli ve kaliteli beslenerek bir miktar fazla kilolarından kurtulan, kolesterôl seviyeleri için hiçbir tedavide bulunulmayan yüzlerce birey, HDL/LDL oranını iyi yönde geliştirmiştir.

Sigara kullanmak, LDL kolesterôlünü arttırarak HDL/LDL oranını negatif yönde etkilemektedir. Bir diğer örnek, düzenli ve seviyeye uygun yapılan egzersizdir. Fiziksel egzersizin dünya genelinde HDL oranını neredeyse yüzde 40’lara varan oranda arttırdığı birçok araştırmacı tarafından kanıtlanmıştır. Ayrıca aşırı stresin önemli rol oynadığı bilinen yüksek tansiyon hastalarının hemen hepsinin HDL/LDL oranı düşüktür.

Bütün bu örneklemelerin ardından Doktor Ravnskov otoritelere şu soruyu yöneltmektedir;

Acaba problemin kendisi şişman, sigara tiryakisi, hareketsiz ve aşırı stresli olarak yaşamaya devam etmek mi, yoksa basitçe düşük HDL/LDL oranına, ya da çokça “kötü-huylu” kolesterôle sahip olmak mı?

Doktor Ravnskov’un bu soruyu sormasının çok önemli bir nedeni var. O da şimdiye kadar HDL ve LDL oranlarının kalp hastalığı ile olan ilişkisini inceleyen araştırmaların birçoğunda bireylerin yaşı, sigara kullanımı, fiziksel egzersiz miktarı, kilosu ve stres miktarı hesaba katılmamıştır. Bu değişkenlerin hepsinin hesaba katıldığı çok az sayıdaki araştırmada da gözlemlenmiştir ki HDL/LDL oranının tek başına bir risk faktörü olarak taşıdığı önem, istatistiksel olarak bir anlam ifade etmeyecek kadar düşüktür, hatta ve hatta toplam kolesterôl faktöründen bile daha düşüktür (4).

O nedenledir ki diyet ve ilaç yolu ile LDL kolesterôl rakamlarının aşağılara çekildiği, kolesterôl kampanyası destekleyenlerinin ballandıra ballandıra “ondan fazla araştırmada…” diye anlattığı, hâlbuki gerçekte topu topu 4 araştırmanın sadece birisinde ölümcül olmayan bir tür kalp hastalığı kontrol altına alınabilmiştir.

LDL Kolesterôlünün “kötü huylu” olarak adlandırılmasının bir diğer nedeni, Nobel ödülü sahibi Michael Brown ve Joseph Goldstein’in ailevi hiperkolesterôlemi adı verilen genetik bir metabolizma hastalığına sahip bireylerde aşırı oranlarda LDL kolesterôlünün damarlarda yarattığı değişiklikleri keşfetmeleri ve bu sistemin normal insanlarda da benzer şekilde çalışıyor olması gerektiği yolundaki iddialarıdır (4).

Ancak daha önce de söylediğimiz gibi eğer LDL kolesterôlü gerçekten asıl suçlu olsa idi, toplam kolesterôle göre daha güçlü bir risk faktörü olması gerekirdi ki bunun böyle olmadığını yukarıda açıklamıştık. Üstelik kolesterôl metabolizması, az görülür bir genetik hastalık nedeniyle bozulmuş olan bu insanlardan elde edilen verilerle, bizlerin durumunu aynı kategoriye koymak sizce biraz zayıf bir tahmine dayalı hareket etmek değil midir?

Damar sertliğinin nedeni yüksek kolesterôl mü?

Her ne kadar kolesterôl hakkında az çok bilim adamlarının görüş birliğine varamadığı bazı hususlar olsa dahi, bir iddia vardır ki sanki yerçekimi kanunu gibi tartışmasız kabul edilmiştir. Bu iddia, kanda yüksek oranda bulunan kolesterôlün damarlarda ilerlerken zamanla damar duvarlarında anormal sertliklere ve tıkanıklıklara yol açtığı iddiasıdır. Damar sertliğinin ve tıkanıklıkların oluşmaya başlaması için kolesterôlün ne kadar yüksek olması gerektiği tartışılır, ancak sertliğe ve tıkanıklığa yol açanın gerçekten kolesterôl olup olmadığı hiç tartışılmaz. Kitabımızın bu bölümünde sonsuza kadar kapatılmış gibi görünen bu konuyu gerçeklerle yeniden açacağız.

Öncelikle damar sertliğinin ne olduğunu anlamaya çalışalım. İnsanoğlu yaşlandıkça kanı kalpten uzağa pompalamakla görevli atardamarlarımız ister istemez sertleşmeye başlarlar. Çünkü damar çeperlerindeki elastik dokular, daha sağlam ve az esneyen dokular olan kolesterôl, çeşitli yağ türevleri ve hatta kalsiyum molekülleri ile yer değiştirir. Bu belki de damar içerisinde artan kan basıncına karşı vücudun aldığı bir tedbirdir.

Ancak bazı insanlarda birtakım bilinmeyen nedenlerden ötürü damarları sertleştirme ve korumakla görevli bu malzeme, damar içerisine doğru çıkıntı yapmaya başlar. Bu çıkıntıların oluştuğu yerlerde oluşan tıkanıklıklar kalbe giden temiz kanda azalmalara yol açabilir. Özellikle oksijene daha fazla ihtiyaç duyulduğu durumlarda (merdiven çıkma, egzersiz yapma vb.) kalbi besleyen kandaki azalmalardan dolayı göğüste bir rahatsızlık duyulabilir (anjina). Eğer tedavisi uzun süre yapılmaz ise oksijenden eksik bulunan kalbin ilgili bölümündeki bir grup doku ölebilir. İşte kalp krizi (enfarktüs) denilen olay da budur.

Ateroskleroz da denilen anormal damar sertliklerinin nedenlerini araştıran uzmanlar, uzun süreler bunun yüksek kolesterôl ile ilişkili olduğunu düşünmüşlerdir. Zaten damarları sağlamlaştırmada kullanılan malzemelerden en önemlisi kolesterôl olduğuna göre bunun aksini düşünmek mantıksız olacaktı.

Ancak bunu kanıtlamak için yapılan araştırmalar ne yazık ki çelişkili sonuçlar doğurmuştur. Aşağıda da göreceğiniz gibi yüksek kolesterôl ile damar tıkanıklığı arasında bir ilişki bulamayan, ancak izlerine medyada hiç rastlamadığımız birçok araştırma bulunmaktadır.

Bu araştırmalardan ilki, Doktor Paterson tarafından yürütülen ve Kanada’da 800 savaş gazisinin incelendiği bir araştırmadır (4). Bu araştırmanın statiksel değeri, geniş yaş gruplarını içeren araştırmalara göre daha yüksektir çünkü bilindiği gibi yaş ilerledikçe gerek kolesterôl seviyesi, gerekse de ateroskleroz olasılığı doğal olarak artacaktır. O nedenle tıpkı bu araştırmada olduğu gibi birbirine yakın yaşlardaki insanların verileri kullanılmalıdır.

Araştırma süresince sürekli kolesterôl örnekleri toplanmış, yıllar sonra gaziler öldüğünde yapılan mikroskobik ve kimyasal analizlerde görülmüştür ki düşük kolesterôle sahip gazilerin damarları, yüksek kolesterôle sahip gazilerin damarı kadar tıkalı olabilmektedir. Yani yüksek kolesterôl ile damar sertliği arasında gözle görülür bir ilişki bulunamamıştır.

Benzer şekilde Hindistan’da Agora şehrinde Doktor Mahur ve arkadaşları yaklaşık 200 kadar insanın otopsisinde kolesterôl değerleri ile damar sertliği derecesi arasında bir ilişki bulamamıştır (4). Amerika’da, Polonya’da ve Guatemala’da aynı sonuçları çıkartan birçok araştırma bulunmaktadır (4). Ancak bazı araştırmalar, bu ilişkiyi yakalamıştır. Bunlardan en sık söz edileni, Boston eyaletinde Framingham kasabasında 1950’li yılların başında yürütülen geniş çaplı bir araştırmadır (4). Ancak her ne kadar doktor ve bilim adamları bu araştırmayı sürekli örnek olarak gösterse de, yüksek kan kolesterôlü ile anormal damar sertliği arasında bulunan ilişki katsayısı 0,36’dir.

İstatistik bilimine dönüp baktığımızda göreceğimiz gibi istatistiksel bir ilişkinin sağlam olması için bu katsayının 0,8 ve yukarısında olması gerekmektedir. O nedenle Framingham araştırmasının bulduğu bu ilişki, neredeyse yok denecek kadar azdır. Framingham araştırmasını doğrular sonuçların bulunduğu Japonya ve Norveç araştırmalarında da bu katsayılar oldukça düşüktür ve üstüne üstlük bireylerin yaşları arasında yirmiye varan bir fark bulunmaktadır.

Doktor Ravnskov’un dikkati çektiği bir konu daha var. Şöyle ki, eğer damarların zamanla sertleşmesine ve tıkanmasına sebep yüksek kolesterôl ise, bireylerin kolesterôl seviyesi kontrol altına alındığında ya da düşürüldüğünde aterosklerozun da büyük oranda azalması gerekirdi değil mi? Aşağıdaki araştırmalarda bu hiç de beklenildiği gibi olmadı.

Doktor Charles Lemis’in 1973 senesinde yürüttüğü bir araştırmada, deneye katılan 24 hastadan 16’sında kolesterôl seviyeleri düşmesine rağmen damar sertliği artma göstermiştir (4).

Aynı şekilde Doktor Demetrios Kimbiris’in Philadelphia’da başkanlığını yürüttüğü araştırmada başlangıç kolesterôl seviyesinin neredeyse 60 mg/L kadar aşağılarına düşülmesine rağmen ateroskleroz artmaya devam etmiştir (4).

Hollanda’da yapılan bir araştırmada deneklerin kan kolesterôl seviyesi iki farklı kolesterôl düşürücü ilaç ile yüzde 63’ler seviyesinde düşürülmesine rağmen, deneye katılan hastaların yarıya yakınında damar sertliği daha vahim bir hal almış, birçoğunda pek bir değişiklik gözlenmemiş, çok düşük bir yüzdesinde azalma gözlenmiştir (4).

Doktor Ravnskov benzer şekilde tam 22 adet araştırmanın mevcut olduğunu belirtmekte ve düşük kolesterôle sahip bireylerin en az yüksek kolesterôle sahip bireyler kadar damar sertliği ya da benzeri bir kardiyovaskuler hastalığa yakalanma olasılıklarının bulunduğunu sözlerine eklemektedir.

Ancak ilginçtir, ne Doktor Ravnskov’un, ne de Paterson, Mahur, Bemis ve diğerlerinin isimleri, her sene basılan yüzlerce sağlık kitabı ve dergisinde hiç yer almamıştır.

5. Bölümün özeti

  1. Besinlerimizden sağladığımız kolesterôlün, kan kolesterôl seviyesine etkisi oldukça düşüktür. En katı diyetlerde bile kolesterôlü düşürebilme başarı oranı yüzde 4’ü geçmemiş bulunmaktadır. Bunun başlıca nedeni, karaciğerimizin, bağırsaklarımızın ve diğer bazı hücrelerimizin ürettiği kolesterôl miktarının, diyet ile alınan kolesterôlden zaten kat kat daha fazla olmasıdır (günde üretilen 2000 mg’a karşı diyet ile günde alınan 300-400 mg.
  2. Serum kolesterôlümüzdeki yükselmeye asıl neden olan faktörler, yaşlanma, nikotin bağımlılığı, alkol bağımlılığı, kafein tüketimi, şişmanlık, hareketsiz yaşam, düzensiz ve yetersiz uyku, besleyici özelliği bulunmayan ve işlemlerden geçirilmiş yiyeceklerin sürekli tüketiliyor olması ve duygusal stresler gibi vücutta yıpranma ve serbest radikal birikimi oluşturan faktörlerdir. Artan bu yıpratıcı etkilere karşı vücudumuz kolesterôlü, ilgili hücrelerin hücre zarlarını sağlamlaştırmak ve geçirimsiz hale getirmek amacıyla kullanır.
  3. Normal ya da düşük kolesterôl seviyesine sahip olmak, koroner hastalıklara yakalanmamayı garantileyememektedir. Araştırmaların işaret ettiği gibi normal ya da düşük kolesterôle sahip bireyler de, en az yüksek kolesterôle sahip bireyler kadar kalp ve damar hastalığı riski taşıyabilmektedirler.
  4. Özellikle kadın cinsiyeti için kolesterôl, zararlı olmaktan çok aslında koruyucu bir faktördür.
  5. Genetik kolesterôl metabolizması bozukluğu bulunan bireylerin (ki bu genel toplumun sadece iki yüzde 1’lik bir bölümüne hitap eder) haricindeki insanların kanındaki yüksek kolesterôlün damarlarda anormal sertliklere ve zamanla tıkanıklıklara yol açtığı düşüncesini sorgulayan ve hatta çürüten çok sayıda araştırma mevcuttur. Bunlar ne yazık ki halktan ve medyadan gizlenmiştir.
  6. Doğuştan normal kolesterôl metabolizmasına sahip bireylerde “kötü huylu kolesterôl” olarak bilinen düşük yoğunluklu lipoproteinler (LDL), iddia edilenlerin aksine toplam kolesterôlden daha zayıf bir belirleyici risk faktörüdür. Buna ilaveten, tıpkı toplam kolesterôlün düşürülme girişimlerinde olduğu gibi, LDL’nin ilaç ve diyet kombinasyonları ile düşürülmesi, kalp-damar hastalıkları riskini önemli ölçüde azaltamamıştır.
  7. Bu bilgilerden okurların çıkartmasını istediğimiz sonuç sudur: Anne sütü gibi en tabii bir besinde dahi bulunan ve vücutta hemen hemen bütün hücrelerin, özellikle de sinir isteminin çok önemli fonksiyonlarına katılan kolesterôl, kalp-damar hastalıklarının ne asıl nedeni, ne de kuvvetli bir belirleyici risk faktörüdür. Kalp ve damar sağlığını düşünen okurların, 2. maddede sözü edilen yıpratıcı fiziksel ve psikolojik streslere karşı ciddi yaşam tarzı değişikliklerine gitmesi gerekmektedir. Bu konuyla ilgili daha detaylı açıklamalar ve tavsiyeler kitabımızın son bölümünde bulunmaktadır.

Kaynaklar

  1. Yumurta, Kolesterôl Suçlusu Olabilir mi?, Dr. Cemil Demir http://us.f301.mail.yahoo.com/dc/launch?.rand=2ad6g602i57mr
  2. UCLA Extension, Fitness Instruction Bölümü, Introduction to Nutrition kursu ders notları, öğretmen Sheri Barke MPH, RD.
  3. Nourishing Traditions, Mary G. Enig, HPD ve Sally Fallon
  4. The Cholesterol Myths, Uffe Ravnskov, MD. HPD
  5. You Are What You Eat, audio- cd serisi, konuşmacı Paul Chek
  6. The Skinny on Fats, Mary Enig, HPD ve Sally Fallon, www.westonaprice.org
  7. Kahve tüketimi ve damarlardaki değişiklikler, http://www.mercola.com/2000/sep/17/coffee_blood_vessels.htm
  8. Kahve tüketimi ve kolesterôl, http://www.mercola.com/2001/feb/28/coffee_cholesterol.htm
  9. Digestive Wellness, yazan Elizabeth Lipski, Ph.D., CCN
  10. Leaky Gut Sendromu hakkında referanslar; http://www.thedoctorwithin.com/index_fr.php?page=articles/allergies_reactivity.phhttp://www.celiac.com/index.html , http://web.tampabay.rr.com/lymecfs/leakygut.htm

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz