Ne yazık ki hala birçok insan dişlere doğuştan verilen “hediye fazlalıklar” gözüyle bakıyor. İçlerinden birinin başına bir şey geldiğinde Polyanna edasıyla “Olsun daha bir sürü var.” diyebiliyoruz. Oysaki her diş kaybı, bir organ kaybıyla eşdeğer nitelik taşıyor. O halde gelin, vücuda açılan kapının kadim bekçilerini bir ömür boyu nasıl koruyabileceğimizi anlatalım. Bültenimizin mevcut sayısını geçenlerde çıkan ‘Tıp Budur’ kitabındaki diş hekimi Onur Şahin’in önemli yazısına ayırdık. Mutlaka okuyun.
MEDENİYET DEDİĞİN TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR
Tarihsel İrdeleme
İnsan bir şeyin değerini kaybedince anlar denir ya, işte dişler de o filmin başrol oyuncularından birisi. Aslında insanoğlunun dişlere bakış açısını irdelemek lazım. Ne yazık ki hala popülasyonun hatırı sayılır bir kısmı dişlere doğuştan verilen “hediye fazlalıklar” gözüyle bakıyor. İçlerinden birinin başına bir şey geldiğinde Polyanna edasıyla “Olsun daha bir sürü var.” diyebiliyoruz. Oysaki her diş kaybı, bir organ kaybıyla eşdeğer nitelik taşıyor. O halde gelin, vücuda açılan kapının kadim bekçilerini bir ömür boyu nasıl koruyabileceğimizi anlatalım. Tabii, bunun için de tarihin tozlu sayfalarına biraz göz atmamız gerekecek. Üstümüz başımız birazcık batacak olsa da buna değer…
Sizi çok uzaklara götürmüyorum, merak etmeyin. Örnekleri görmek için bundan yaklaşık bir yüzyıl geriye gideceğiz. 1930’lu yıllarda Weston A. Price isimli doktorun ilgisini çeken bir dizi değişim olmuş. Amerika’daki sanayi ve gıda devrimiyle beraber insanların iskelet ve yüz morfolojilerinde değişimler başlamış. İyi de her şey güllük gülistanlık iken ne olmuştu da insanlar birden bu kadar değişebilmişlerdi? Dr. Price doğru şeyden şüphelenmişti. Beslenme! Tabi ya, bu insanların yeme alışkanlıkları değişmişti. Üstelik aynı kabilelerin yerlilerinde bu olumsuzluklar gözlenmez iken şehir yaşamına geçip, modernize bir diyete tabi olan şehirli versiyonlarında çene ve diş anormallikleri görülüyordu. Anne ve babalar biraz daha şanslıydı, onlar gelişimini tamamlamıştı. Ancak doğacak olan tüm çocuklar bu değişimden olumsuz etkileneceklerdi. Dr. Price’ın fark ettiği detay onu oldukça heyecanlandıracak, birçok kabileyi yerinde gözlemek istemesine neden olacaktı.
Dr.Price’ın 1938’de çıkarmış olduğu “Nutrition and Pyhsical Degeneration” adlı kitabında sayısız örneklendirme ile karşılaşmak mümkün. Kitaba şöyle bir göz gezdirdiğinizde, kabilelerin modern diyete tabi temsilcilerindeki değişimleri görebiliyorsunuz. Çene ve yüz kemiklerinin yetersiz gelişimi, dişlerin mevcut olan çene kemiği genişliğine bir türlü sığamaması gördüğümüz en temel farklılıklar.
Beslenme gerçekten sağlığımızı ve aynı zamanda dişlerimizi de etkileyen en büyük unsur. Dişlerimizin akıbeti anne karnından da önceye dayanıyor. İyi bir beslenme ve bunun sürdürülmesi sağlıklı olmamızı da garantiliyor. Eğer doğma ve gelişme sürecinde iyi bir diş sağlığı ve dizilimine kavuşursanız hem diş hem de beden sağlığınız için hayata bir sıfır önde başlamış olursunuz.
Diş hastalıklarının oluşumu
Son dönemlerde Türkiye’de diş sağlığının farkındalığı yönünde gelişmeler gözlense de henüz çürük ve dişeti hastalıklarında önemli bir gelişme kaydedilememiştir. İyi de piyasaya sürülen onca ağız bakım ürününe ve son 10 yılda ağız bakımının 3 kata yakın artmasına rağmen niye bu sorunlar çığ gibi büyümeye devam ediyor?
Diş kayıplarında diş çürükleri asıl sebep gibi görünse de dişeti hastalıkları da oldukça büyük bir yüzdeye sahip. Yaşamın erken döneminde çürükler iktidarda iken, yaş ilerledikçe dişeti problemleri de meclisteki sandalye sayısını artırmaktadır.
Aslında her iki hastalık tipinde de sorun, diş dokusu üzerinde plak(eklenti) birikmesinden kaynaklanır. Bahsettiğimiz ideal dizilim, potansiyel kör noktaları devre dışı bırakmaktadır. Bu da besinlerin diş yüzeylerinden kolayca kaymasını sağlayacak ve plak birikimini en aza indirecektir. İşte ideal dizilimin üzerinde bu denli durmamızın asıl sebebi budur. Böyle bir diş dizilimine sahip olmak hem estetik hem de sağlık açısından çok büyük bir avantaj haline gelmektedir.
Diş minesi yeryüzündeki en sert maddelerden biridir. O halde nasıl oluyor da bu kadar sert olan bir yapı bakterilere teslim oluyor? İşte, fırtınalara, sellere, depremlere dayanır dediğimiz diş minesinin talihsiz hikâyesi bakterilerin asit üretimiyle başlıyor. Mikroorganizmalara fırsat verdiğinizde aşamayacakları hiçbir engel yoktur.
Ağız ortamı çok sayıda ve birçok türde mikroorganizmayla doludur. Ağza dışarıdan besin girişi olmadığı müddetçe suç mahallindeki mikroorganizmalar dilenci edasıyla tükürükten gelen organik maddelerle beslenirler. Ağza besin girdiğinde ise işin yüzü birden değişir. O topal, kör dilencilerin hepsi birden ayaklanıp koşturmaya başlar. O vakit, onların ikiyüzlü olduğunu anlarsınız. Aslında ağza gelen gıdalar yapışkan olmadığında ve basit şeker içermediğinde pek bir problem yoktur.
Nitekim dişlerin arasındaki kilit noktalarda hunharca katledilen gıdalar hızla asit çukuruna doğru yol alır. Üstelik iyi bir diş dizilimine sahipseniz ne diş aralarına yemek kaçacaktır, ne de dişlerin üzerinde ciddi bir kalıntı birikecektir. Bu durumda mikroorganizmalar avucunu yalar. Ancak, eğer dişler üzerinde veya arasında plak birikmeye başlarsa çürük ve dişeti hastalıkları için ziyafete davet var demektir. İşler bu raddeye geldiğinde, duruma kayıtsız kalarak dişlerin sağlıklı kalmasını beklemek, sokak ortasına bir çuval altın saçıp eve geçerek dua etmeye benzer. Umutlarınızı boşa çıkarmak gibi olmasın ama ortalık yerde bir yiyecek bıraktığınızda doğanın hükümlerine göre onun katli vaciptir.
Ağızda biriken gıdaların mikroorganizmalarca tüketilmesi sonucu asit üretilir ve diş minesi erimeye başlar. Esasında mikroorganizmalar sürekli olarak, az ya da çok miktarda asit üretmektedir. Tükürükteki mineraller ise diş minesinden çalınanları tekrar ona iade eder. Bu savaş ömür boyu sürmektedir. Mikroorganizma imparatorluğu günden güne güçlendikçe bu hassas terazinin dengesi bozulmaya başlar. Erimeye devam eden minede bir boşluk oluşur. Böylece çürük başlamış olur. Genel kanı çürüğün siyah olduğu yönündedir. Ancak beyazdan siyaha değişen birçok renkte çürük olabilir. Siyah olarak gördüğünüz yüzeysel renklenmelerin durgun çürük olma ihtimali de vardır. Her lekeli görünen dişin tedavi edilmesi gerekmez. Buna diş hekiminin muayene sırasında karar vermesi gerekir. Oluşan çürükler, diş fırçasının temizleyebileceği alanda ise ve diyetinizi düzelttiyseniz, tükürük akışınızda da problem yoksa oluşan bu çürüklerin ilerlemesi durabilir.
Mikroorganizmalarla vücut arasında ölene kadar süren bu savaşın galibini belirleyecek olan faktör ise çok açıktır. Kaleyi kuşatma altında tutan mikroorganizmaların bu sağlam surları aşması için sürekli olarak takviye askere ve bu askerleri sürekli olarak beslemeye ihtiyacı vardır. Tarih boyunca tüm kuşatmalar göstermiştir ki, eğer kale içinde yeterli gücünüz varsa saldıran ordunun elindeki kaynaklar tükendiğinde kuşatma başarısızlıkla sonuçlanır. Bereketli topraklar üzerinde iseniz toprağınızda gözü olan çok olur. Nitekim bir canlı öldüğünde doğa yasaları devreye girer ve topraklar mikroorganizmalar tarafından topyekûn işgal edilir.
Çocukluk çağında özel durumlar haricinde ileri dişeti hastalıkları pek görülmez. Ergenlik çağından sonra devreye seksüel hormonların da girmesiyle beraber vücut dokularında değişimler başlar. Seksüel hormonlar hastalık yapıcı mikroorganizmalar tarafından besin olarak kullanılabilir. Böylece mikroorganizmaların hedef yelpazesi genişlemiş olur. Sadece ağza gelen gıdalarla yetinmek zorunda olan mikroorganizmalar artık açık açık daha fazlasını isteyebileceklerdir. Tabiri caizse kana susamış hale geleceklerdir.
Kan, mikroorganizmaların üremesini doğrudan etkileyen değerli bir elemente sahiptir. Demir… Dilenci topluluğun içinden, maskesini çıkarıp, hırsla daha fazlasını elde etmek isteyen hastalık yapıcı mikroorganizmalar üst üste dişetine saldırılar düzenlemeye başlarlar. Elbette bu savaşın da galibini belirleyen faktörler vardır. Burada artık vücudun genel sağlığı da işin içine doğrudan katılmaktadır. Bağ dokusu ne kadar sağlıklı olursa dişeti hastalıklarına da direncimiz o kadar artar.
Deriyi koruyucu bir bariyer olarak düşünürsek, ilk bakışta mikroorganizmaların kanımıza dâhil olma şansı yokmuş gibi görünebilir. Deride açılan yaralar haricinde kana açılan birkaç gizli geçit vardır. Bunlardan en önemlisi ve aslında en çok ihmal edileni ağızdır. Ağızda, dişlerin çevresindeki yumuşak dokular mikroorganizmalar için cennete açılan bir kapı gibidir.
Elbette ki vücudun stratejisi bu mikroorganizmaları topraklarından uzak tutmak üzerine kuruludur. Bu yüzden diş ve dişeti arasında dişeti oluğu sıvısı dediğimiz yıkama-yağlama yapan bir sıvı bulunmaktadır. Bu sıvı tükürüğün ulaşamadığı yerleri korumakla görevlidir. Lakin vücudun bu kozunun da tükürükte olduğu gibi bir sınırı vardır.
Eğer plak uzaklaştırılmayacak olursa mikroorganizmaların savaşı kazanma şansı artacaktır. Plak üzerinde ise diş taşı birikimi artacak, bu alanlar mikroorganizmaların tutunmasını kolaylaştıracaktır. Unutmayın, kör noktaları asla tam olarak temizleme şansınız yoktur ve zamanla mikroorganizmaların dişetinden içeri girip bölgeyi işgal etmeleri sonucu savunma hattı geriye çekilir. Bu durum ya dişetinde cep oluşumu ya da dişetinin çekilmesi şeklinde görülür. Her iki durumda da kemiğin yıkımı, yani savunma hattının geriye çekilişi söz konusudur.
Mikroorganizmalar benzer stratejileri bağırsaklar için de uygulamaktadır. Başrol oyuncuları değişse de senaryo hep aynıdır. Hedefte zengin bir besin ağına sahip olan kan, hedefleyen ise ortama uyum sağlayabilmiş olan hastalık yapıcı mikroorganizmalar. İster dişetinden, isterse bağırsaktan olsun hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın hedef hep aynıdır. Eğer bu süreç zarfında vücudunuz açgözlü mikroorganizmalar için bir savunma hattı oluşturmasaydı, mikroorganizmalar büyük kitleler halinde kana geçebilir ve hastayı ölüme taşıyabilirdi.
Dişeti hastalıkları, çürüklerin aksine üvey evlat muamelesi görse de aslında diş çürüklerinden daha önemli bir hastalık tablosudur. Çünkü çürükler neticesinde mikroorganizmalar dişin özüne kadar ilerleyebilir ve çoğunlukla ağrıya sebep olur. Kişi, genellikle çok gecikmeden diş hekimine başvurur. Ancak dişeti hastalıkları, hastada çok büyük şikâyetlere neden olmaksızın uzun süreler boyunca kana mikroorganizma geçişine neden olabilir.
Süreklilik arz eden bu mikroorganizma terörü uzun vadede vücudu oldukça yıpratır. Vücutta iltihap halini artırarak kalp rahatsızlıklarından böbrek hastalıklarına varana dek birçok hastalığın dozunu artırır. Bazı hastalarda dişeti problemleri öylesine ilerlemiş olur ki, mevcut yara boyutları düz bir yüzeye açıldığında iki avuç içi büyüklüğünde bir yara yüzeyine tekabül edebilir. İyileşmeyen, sürekli saldırı altında olan böyle bir yara mevcudiyeti söz konusu olduğunda mutlak bir zaferden söz edilmesi olasılık dâhilinde bile değildir.
Milyonlarca yıldır toprağın, havanın, suyun içine işlenmiş kurallar oldukça açık. Savaşmayı bıraktığınız an hükmen mağlup sayılırsınız. Ufak bir yüzdeye sahip genetik sebepler haricinde, diş hastalıklarını önlemek elimizdedir. Sorumluluklarımızı göz ardı ederek sonucu kadere bağlamak, mağlubiyete teslim olduğumuzu gösterir.
Tükürük
Tükürüğün diş minesini tekrar mineralize etme özelliğinin yanında, yiyecekleri kaygan hale getirmesinden tutun antibakteriyel özelliklerine kadar insan sağlığı için birçok pozitif etkisi bulunmaktadır.
Mikroorganizmaların dili olsaydı eğer, efsanelerinde tükürüğün önemli bir yeri olurdu diye düşünüyorum. Herhalde, destansı savaşlarında tükürüğün acımasızlığını ve onu nasıl alt ettiklerini ballandıra ballandıra anlatırlardı. Nitekim haksız da sayılmazlar.
Daha önce mikroorganizmalar için demirin özel öneminden bahsetmiştik. Öyle ki, tükürükteki mineral bağlayıcı ajanların hepsi demiri bağlamaya yöneliktir. Bunların başında ise laktoferrin gelir. Az miktarda ferritin ve hepsidin de bulunuyor. Aslında mikroorganizmaların da demiri bağlayan proteinleri var. Ancak laktoferrin bu bileşikler içinde demire ilgisi en yüksek olan madde. O nedenle ortamda serbest demir varsa laktoferrin mikroorganizmaların açamayacağı şekilde demiri kilitler. Esasında laktoferrin olsun lizozim, laktoperoksidaz gibi diğer enzimler olsun hepsinin demiri bağlamaktan daha büyük stratejileri var. Yine çeşitli immunoglobulinler de tükürükte oldukça yoğun miktarlarda bulunuyor. Bunların yanında mikroorganizmaların ürettiği asit de tükürük tarafından tamponlanabiliyor.
İnsanda yara yalama alışkanlığı pey yaygın değilse de hayvanlar bu tekniği oldukça sık kullanıyor. Tükürükteki demir bağlayıcı bileşikler ile savunma fonksiyonuna yardımcı olan diğer bileşenler yaranın temizlenmesini ve iyileşmesini hızlandırıyor. Kanamayla beraber açığa çıkan potansiyel demir havuzundaki serbest hale gelen demiri bağlamak vücut için çok büyük bir nimet.
Deride olduğu gibi ağzımızı da epitel dokusu örter. Epitel hücreleri sürekli olarak çoğalır ve çoğalma hızları deride olduğundan daha fazladır. Bu da epitel hücrelerinin sürekli olarak dökülmesi ve ağız ortamında birikmesi anlamını taşır. Demirin, epitel hücrelerinin dökülmesi ve kanamalar haricinde vücuttan herhangi bir şekilde atılımı söz konusu değildir. Tükürüğün sürekli akışı ve ağız içini her açıdan temizlemesi dökülen epitel hücrelerinin potansiyel besin olmasını engeller. Zira tükürük akışının bozulduğu durumlarda dökülen hücrelerin temizlenmesinin yetersizliği sonucunda mikroorganizmalar bu zaaftan faydalanmak isteyeceklerdir.
Sindirim sırasında demirin ilk açığa çıkışı midede olduğu için ağızdaki mikroorganizmaların tek demir kaynağı pulpaya (dişin kan damarlarından ve sinir ağından meydana gelen özü) kadar ilerlemiş olan derin çürüklü dişler, hasta dişetleri veya dökülen epitelyum hücreleri olacaktır.
Tükürük akış hızı ve miktarı birçok farklı durumdan etkilenebilmektedir. Zehirlenmeler ve bazı ilaçlar tükürük akışını artırırken yine bazı ilaçlar azaltmaktadır. Tükürük akışını azaltan ilaçların başında diüretikler ve antihistaminikler geliyor. Bunlara ilaveten benzodiazepinler ve bazı antidepresanlar da tükürük akışını azaltabiliyor. Tabii bu da yukarıda tükürüğün saydığımız faydalarının azalması anlamını taşıyor.
Tükürükte ilgili, ilgisiz(ya da en azından şimdilik biz öyle sanıyoruz) birçok madde bulunuyor ve henüz hepsi tespit edilmediği gibi bir kısmının da tam fonksiyonu anlaşılabilmiş değil. Vitaminlerin de tükürük üzerinde birçok etkisi bulunmakta. Tükürük içerisindeki C vitamini plak oluşumunu azaltıyor. Serum D vitamini seviyesi ile tükürük miktarı doğru orantılı olarak artıyor. Keza, ratlarda (laboratuar faresi) yapılan çalışmalarda kanında hiç D vitamini bulunmayan bireylerin tükürük miktarlarının, kanında yeterli düzeyde D vitamini bulunan bireylere göre üçte bir oranına düştüğü görülmüş. Aslında bu çalışma sonucu bize D vitamininin vücudun birçok bölümünde önemli görevler üstlendiğini bir kez daha hatırlatıyor. Üstelik ülkemizdeki D vitamini yetersizliğini göz önüne aldığımızda, ağız sağlığı için de D vitamini seviyesinin öncelikli düzeltilmesi gereken etkenlerden birisi olduğunu anlayabiliyoruz.
Tükürük ağız için o kadar kıymetli bir hazine ki, radyoterapi alan hastalarda görülebileceği gibi tükürük akışının hiç olmaması ya da çok az olması durumu, radyasyon çürüğü olarak adlandırdığımız sonuçlara yol açıyor. Bunun gibi özel durumların haricinde karşılaştığımız tükürük akışının neredeyse kesilmesi hadisesinin altında yatan sebepler bulunmaya çalışılmalı ve tedavi edilmelidir. Zira burada önemli olan tek hadise bu değildir, vücudun salgılarının azalmasına neden olan bağ dokusu hastalıkları gibi hastalıklar kendisini göstermeye başlıyor olabilir. Bu tabloya gözyaşının azalması ve göz kuruluğu da eklenebilir.
Tükürüğün bize sağladığı avantajlar göz ardı edilmemelidir fakat bu ağız hijyenini devam ettirmeyeceğimiz anlamını taşımaz. Tükürük ancak eklentinin olmadığı yerde gerçek gücünü sergileyebilir. Nasıl ki, sünger olmadan tek başına deterjanın kirler üzerinde bir etkisi bulunmuyorsa aynı şekilde tükürüğün de eklenti birikimi halinde çok büyük bir etkisi olmayacaktır. Bu nedenle önce eklentilerin oluşmasını önleyecek şekilde beslenmeli ve eklentileri düzenli olarak diş yüzeyinden temizlemeliyiz.
Ağız bakımı
Yazının başından beri sürekli eklentileri temizlememiz gerektiğinden bahsediyoruz. Biraz da bunu hakkıyla nasıl yapacağımızdan bahsedelim. Tarih boyunca insanlar bir şekilde buldukları dal parçaları, kuş teleği, kirpi dikeni gibi araçlarla dişlerini temizlemişler. Beslenme alışkanlıklarını göz önüne aldığımızda çok eski uygarlıkların çok sık diş fırçalamaya ihtiyaç duymadığını düşünebiliriz. Aslında bu ihtiyaç gıdaları pişirmemizle ve yapışkan gıdalar tüketmemizle doğru orantılı olarak artmaktadır. İnsanoğlu bu anlamdaki ilk günahını gıdaları pişirmeye başlayarak işlemiştir.
Modern diş fırçasının tasarımı ise çok da eskiye dayanmıyor. Naylon diş fırçaları ilk defa Dr.West tarafından Amerika’da 1938 yılında üretilmeye başlanmış. Diş macunu ise bu tarihten yaklaşık 50 yıl önce üretilmeye başlanmıştır. Kerametin macunda olduğuna inanılsa da macun aslında bir ekstradır. Asıl işi fırça yapmaktadır. Macun kullanılmasa da olur. En etkili macun insanın kendi tükürüğüdür. Nitekim hemen her macunun bileşenleri aynıdır ve pratikte birbirlerinden farkı yoktur. Eğer tercihiniz macun kullanmaktan yana ise hangi markayı kullandığınızın bir önemi yok.
Diş fırçası basit tasarımlı, düzenli diş fırçalama alışkanlığı olanlar için yumuşak, daha seyrek ağız bakımı olanlar ise orta sertlikte kullanılabilir. En geç iki günde bir kere, tercihen yatmadan önce dişler fırçalanmalıdır. Diş fırçalamanın doğru tekniği filmlerden aşina olduğumuz sağa, sola hızlı çekişler ya da dairesel hareketler değildir. Bu hareketler dişeti çekilmelerine ve dişlerde hızlı aşınmalara neden olur. Üstelik eklentilerin başarılı bir şekilde uzaklaştırılmasını da garanti etmezler. İdeal fırçalama teknikleri ise bu iki yöntemden kesinlikle farklıdır. Yazı diliyle sizlere, görsel bir canlandırma yapamayacağım için bu konuda diş hekiminizden bilgi almanız yerinde olur.
Diş hekiminin değerlendirmesi sonucunda diş ipi veya ara yüz fırçası kullanma gerekliliğiniz de doğabilir. Normal şartlarda bu iki araç da ilk etapta gerekli değildir. Lakin kemik kayıplarınız sonrası diş etinde çekilmeler ve diş aralarınızda boşlukların oluşması, çapraşık olan dişler, çürük ve dişeti problemi açısından riskli bölgeler nedeniyle diş hekiminin gerekli gördüğü halde kullanılmalıdır.
Macun konusuna dönecek olursak, şahsen doğada eşleniği olmayan hiçbir uygulamaya sıcak bakmıyorum. Bana göre, diş macunu ve ağız gargaraları insanoğlunun yeri göğü temizleme fantezisinden doğmuş ürünler. Bazen mikroorganizmaları göremediğimize şükrediyorum. Bir de görebiliyor olsak yapabileceklerimizin sınırını ve paranoyalarımızın boyutunu hayal dahi edemiyorum.
İyi bir ağız bakımı için iyi bir mekanik temizlik, eklenti birikiminin engellenmesi kâfidir. Gerisini tükürük ve öz savunmamız halledecektir. Lakin bu faktörlerin etkili olabilmesi için daha önce de anlattığımız gibi tüm vücudumuzun bir bütün içinde sağlıklı olması gerekmektedir. Aksi takdirde hep bir ayak eksik olacak, denge yitirilecektir. Doğaya göz attığınız takdirde doğal koşullar altında serbestçe yaşayan dişli hayvanların diş hastalıkları yönünden pek de muzdarip olmadıklarını göreceksiniz. Üstelik de ağız bakım ürünü kullanmamalarına rağmen.
Diş macununa karşı çıkma nedenlerimden birisi doğada eşleniğinin bulunmaması, diğeri ise içinde birçok zarar verme potansiyeli taşıyan kimyasal ajan kullanılıyor olmasıdır. 24 yıllık hayatım boyunca öğrendiğime emin olduğum tek şey var. Doğanın öz yapısına ait olmayan kimyasalların mutlaka ve mutlaka canlılara az ya da çok zararı olur. Bunu bugünkü araştırmaların sonucuyla ortaya koyamamış olmanız demek o maddenin masum olduğunun bir göstergesi değildir.
Tıp tarihinde özellikle son yüzyılda karşılaştığımız örneklerden görmekteyiz ki, Amerika’nın süslü derneklerinin onayını almış ve bilinen hiçbir zararı yoktur ibaresiyle piyasaya çıkmasına izin verilmiş ilaçlar daha sonrasında belirgin zararlar oluşturduğu için toplatılmıştır. Üstelik bu örneklerin sayısı hiç de az değildir. Gıdalar veya bitkiler içerisindeki etkili maddelerin yalınlaştırılması da oldukça hatalıdır. Mevcut organizmanın parçası olan o bileşikler gerçek faydalı etkisini yalın olduğunda değil, diğer maddelerle organize olduğunda göstermektedir. Kimbilir, belki de doğa bize bu vesileyle işbirliğinin önemini kavratmak istiyor olabilir.
Macunlar ve gargaralar içerisinde yer alan sodyum florür konusuna yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim. Diğer bileşenlerin vücut için potansiyel zararları hakkında da yeterli sayıda bilimsel yayına ulaşmak mümkün. Macunların veya gargaraların diş eti iltihabını azaltma, eklenti birikmesini zorlaştırma, ağız kokusunu giderme vb. gibi ortaya koyulmuş iyi etkileri de var. Lakin buna rağmen kişisel tercihim olmaktan çok uzaklar. Çünkü bu ürünleri kullanmaya varana kadar genel sağlıkla ve ağız sağlığıyla ilgili düzeltilebilecek çok sayıda faktör olduğunu düşünüyorum.
Elbette genel sağlık ve ağız sağlığını düzeltemediğimiz ve bu ürünlere ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümüz durumlar olabilir. Zira tıpta yüzde yüz doğruyu bulabilmiş değiliz. Bizi şaşırtan, üstesinden gelemediğimiz durumlar olabilir. Bu gibi durumlarda, her şeye rağmen hekim yönlendirici konumdadır. Kararı verecek olan hastadır ve karar verebilmek için de yeterli bilgiye sahip olması ve vereceği kararın artısını eksisini tartabilmesi gereklidir.